* Fotoğraf: Pexels
Öykünün öncesine buradan ulaşabilirsiniz.
Kimi yolcular memnunca otobüsün kapısına yönelip yerlerine almaya çalışıyorlardı. Kimileri de kendilerini yolculamaya gelen yakınlarıyla hala ayakta konuşuyorlar; yanlarındaki çanta ve torbaları karıştırıp yanlarına gerekli olan her şeyi alıp almadıklarını kontrol ediyorlardı. Bizim bulunduğumuz yer otobüsün biraz ilerisiydi. Olup bitenleri rahatlıkla gözlemleyebiliyorduk.
Elindeki sigarasıyla oldukça rahat ve sakin bir duruşu vardı kardeşimin. Onun bu denli rahat olmasına ve kendine olan özgüvenine hayran olmuştum. Oysa bendeki duygular zikzak çizip duruyordu. Endişe, hüzün, sevinç ve şaşkınlığım beni allak bullak ediyordu. İyi tanımadığım bir ortamdı. Yıllar sonra bu uzun otobüs yolculuğunun beni nasıl etkileyeceğini düşünmeden edemiyordum. Sonunda dayanamadım:
Peki hayatım, emin misin bu otobüsü bir tek şoförün sürmeyeceğinden, dedim. Kardeşim böyle bir soruyu her an duyabileceğini hesaplamış gibi, hiç düşünme gereği duymadan “ya, evet abla! Olur mu öyle şey? Tabii ki iki kişiler her zaman” deyip beni yine yatıştırma girişiminde bulundu. Ben onun verdiği cevabı dinlemek yerine, yüz ifadelerini inceliyordum. Güven verici bulmuştum Çeke`mi.
İstanbul`daki hayatı, insanların alışkanlık ve davranışlarını; yolları, gidiş gelişleri, semtleri, ulaşım yollarını ve insan karakterlerini çok uzmanca tanımlar ve tarif ederdi kardeşim. Gülmesi de hiç eksik olmazdı anlatıp tarif ederken.Tam bir tiyatro oyuncusuydu. Evet, hatta şuracıkta, şu koca taşıtların saldığı kara ekzos dumanlarında boğulmak üzereyken ben, o kahkaha atıyor; tanıdıkların taklitlerini yapıyor ve beni yaklaşık yirmi saatlik otobüs yolculuğuma hazırlıyordu.
Kardeşim, bak abla, molada otobüsten in, git tuvaletine, elini yüzünü yıka. Otur yemeğini ye. Hiiiç çekinme!
Ama sakın etli yemek yeme. En iyisi yoğurt ye sen! Evet evet, ne olur ne olmaz... Biliyorum, ben ye, desem de yemezsin gerçi ya! Yanında da biraz yiyecek var zaten. Ama hiç değilse in ve yürü biraz. Bacakların açılır. Sonrada at kafayı uyu. Keyfine bak”, diyerek bilgilendirip tavsiyelerde bulunuyordu. Her zamanki gibi, ben de, “Tamam bitanem. Sen merak etme. Ben çok severim otobüs yolculuklarını. Okurum, uyurum ve zaman çabuk geçer”, diyerek kardeşimin benim için endişelenmemesine çalışıyordum.
Ve son anons yapıldı. “Hadi abla! Gel seni yerine götüreyim”, dedi kardeşim. Birlikte otobüse yürüdük. O önde ben arkada. Binmemiş tek yolcu ben olmalıydım. Otobüse bindik. Yerimden pek memnun değildim ama, “idare edeceğim artık”, diye düşündüm.
Otobüste kadınlı erkekli ve çocuklu yolcular vardı. Çoğu zaman kadınlar birlikte oturuyorlardı. Bu yazılı olmayan bir kuraldı otobüslerde. Elbette ki bu kural, kadınların tacize uğramalarını önlemek içindi. Sanırım! Yazılı bir kanun ve kural olmasa da, bu herkes tarafından benimsenmiş, hatta sorgulanması bile düşünülmeyen bir gerçekti.
Benim yerim orta koltuklardan birinde bir yaşlı kadının yanıydı. Ben koridor tarafında oturmayı tercih ettiğim için, yanımdaki teyzeyle yer değişmem güç olmadı. Kardeşimle çabucak sarılıp kucaklaştık. Yanaklarımızdan seslice öptükten sonra “iyi yolculuklar ablacığım. Ben senin varacağın saati biliyorum. Ararım, oldu mu?” Ve çarçabuk indi otobüsten. Son inen yolcu refakatçisi kardeşim oldu. Muavin “tamam kaptan” dedikten sonra kapılar kapandı. Ben gözlerimle inen kardeşimi ararken onu otobüsün yanında, benim pencereme yaklaşmış olarak buldum. Ben elimle bir öpücük gönderdim. O da bana kolunu kaldırarak durmadan el salladı.
Üzgün müydü? Artık göremiyordum onu. Otobüs hareket etmişti. Heyecan, serüven ve endişe başlamıştı!
Muavin programlanmış gibi koridorda bir aşağı bir yukarı gidip geliyor, yolcularla kısa cümlelerle konuşuyor ve aynı zamanda, kolonya ellerine sıkıyordu. Sıra bana geldiğinde “hayır, teşekkür ederim” diyerek kolonya almayı reddettim. Yanımdaki teyze daha benim sözümü bitirmeme fırsat vermeden uzattı iki avucunu muavine ve o da şeffaf cam kolonya şişesini sallayarak bolca serpiştirdi teyzenin avucuna. Parfümlü limon kokusu burun deliklerimi okşadı. Bir ferahlık duydum. Bu değişmeyen yolculuk geleneğine hem hayranlık duyuyor hem de enteresan buluyordum. Bu arada yolcularla muavini arasındaki diyalogdan onların neler düşünüp hissettiklerini anlamaya çalışıyordum.
Hemen yan taraftaki çift koltuklarda arkalı önlü oturan, Almanya ya da Avusturya’dan gelmiş olabileceklerini sandığım, dört genç erkekten oluşan bir gurup vardı. Bunlar belki de arkadaştılar. Bu yolcular aralarında konuşurlarken, arada bir bozuk Türkçelerine yardım olsun diye, Almanca konuşuyor ve gülüşüyorlardı. Hem bakımlı hem de boylu posluydular. Kim bilir, belki de uzun zamandır hiç “memlekete” gelmediklerinden grup olarak bir “Munzur serüveni” yaşamayı istiyorlardı. Ben onların yakınına düştüğüm için kendimi memnun hissediyordum. “Avrupalılar olarak birlikte Mamiki’ye yolculuk yapıyoruz. Aynı kaderi paylaşıyoruz”, diye, ironi ile gülümsemiştim içimden. Onların hislerini daha iyi anladığımı düşünüyor ve bilinçaltı da olsa sempati duyuyordum bu ortak yanımıza.
Bir süre sonra, kardeşimin sözünü ettiği “ikinci kaptan nerede”, diye geçirdim içimden. Acaba yolcuların içinden biri mi? Zayıf bir olasılıktı bu elbette. Prestij sahibi bir otobüs şoförü, yedek de olsa neden yolcuların arasında otursun ki? “Yok yok, o kesin ya en önde oturanlardan biridir ya da arka kabinde uyumaya çalışmaktadır”, diye geçirdim kafamdan.
İstanbul`dan çıkmak oldukça uzun sürdü. Otobüs ikide bir yavaşlıyor, duruyor, sürücü penceresinden dışarıya laf atıyor, muavinle konuşuyordu. Bu arada muavin zırt pırt merdivenden inip kapıyı açıyor, arada bir “Tamam abiii!” diye sesleniyordu. Trafik oldukça yoğundu. Korna sesleri, koşuşan insanlar, hızlıca geçen arabalar, geçitler, virajlar ve arada bir uyulması gereken trafik lambaları tüm dikkatimi almıştı. Ben bir yandan “Yedi tepeli” çok özlediğim İstanbul’umu inceleyip tanımaya çalışırken, bir yandan da şaşkınlıkla söyle düşünüyordum:
İyi ki burada yaşamıyorum. Bu ne keşmekeşlik, düzensizlik ve kaos. Hiç de değişmemiş! Sadece gökdelenleri çoğalmış. Hem de ne gökdelenler!
Hele 35 derecenin üzerinde ki bu temmuz sıcağında, kafaları çıplak, perişan yoksul çocuklar yoğun araba trafiğinde o arabadan öbür arabaya koşarak, mendil satmaya ya da araba yıkamaya çalışarak ekmek parası kazanmaya çalışmalarına tanık olmak, içimi çok burkmuştu. Kahrolasıca düzen. Bu yürek bu manzaraya nasıl dayansın ki! Gördüklerim canımı acıtıyordu adeta. Korku ve dehşet vericiydi. Arabaların altında çiğnenecekler endişesi bir yandan bir yandan da sürücülerin umarsızlığı, için için yüreğimi acıtıyor ve öfkelendiriyordu. “Bu ne ya, bu insanlar nasıl bu kadar acımasız olabiliyorlar. Ne olur yani birkaç kuruş verseniz. Ah, dursa ya! Sıcaktan tenleri kayış gibi kurumuş yavrum. Nasıl da yalvarıyor...” diye düşünüyordum camdan dışarıya bakarken. Neredeyse bağırasım geliyordu. “Rica etsem şoföre de dursa ve biraz para versem bu çocuklara”, diye geçiriyordum içimden.
Yanımdaki teyze “bir değil, on değil, anam. Ma, hangi birine versinler, a hangi birine vermesinler? Ma, üç beş kuruş ne yapsın onlara ha, ne yapsın?” diyerek sessizliği bozdu. İrkildim.
Derin bir uykudan uyandırılmış gibiydim. O benim şaşkınlığımı görmüş olmalıydı. Belki de benim öfkeden dayanamayıp kendi kendime konuştuğumu fark etmişti. Başımı çevirip önüme baktım. “Evet, haklısınız teyze” dedim ve devam ettim. “Ama içler acısı bir durum. Bunlar daha çocuk.” Teyze yorum yapmadı. “Wuşş wuşş! Dışarısı yanıyor, a bu içeride buzdolabı ha!” deyip konuyu kapattı. Sustum. Teyzenin konuşmaya devam etmesini umuyordum, ama o, başındaki beyaz ve kenarları özenle islenmiş rengarenk tülbenti düzelttikten sonra, bir parçasıyla yüzünü kapattı ve geriye yaslandı. Uyumak istediği belliydi.
Otobüs hızlanmıştı. Otobüs sakinleri de sanki daha sakindiler şimdi. Ben de mi sakinleşsem? (HK/AS)
Devam edecek...