*Fotoğraf: AA
İşsizlik derinleştikçe, işsizlikle ilgili tartışmalar artıyor. Fakat bu tartışmalar daha çok Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) verileri üzerinde yoğunlaşıyor.
TÜİK verilerinin gerçeklikle bağı o kadar kopuk ki, her şeyden önce verilerin tartışmaya açılması olağan görülmeli. Yine de durum tespitlerini bir yana bırakıp çözüme odaklanmanın zamanıdır.
Evet, işsizliğe ilişkin resmi rakamlar gerçek durumu gözden kaçırmayı amaçlıyor. Türkiye bu konuda yalnız değil, Avrupa ülkeleri ve ABD de kendi işsizlerini saklamak üzere aynı istatistik oyunlarına başvuruyor.
Bütün ülkelerde işsiz nüfusun bir kısmı –hem de sorunu en ağır şekilde yaşayan kısmı- artık iş aramaktan yorulduğu bahanesiyle işsiz tanımından dışlanıyor. Eğitiminin ve niteliklerinin çok altındaki işleri ve düşük ücretleri kabullenmek zorunda kalan insanlar istihdam edilmiş sayılıyor. Türkiye’de bunlara bir de kadın işsizleri ev kadını adıyla gözden kaçırmak ekleniyor.
Bütün bunlar doğru fakat yine de istatistiklerde yok sayılanlar dışında, hala 4 milyon civarında işsiz insan var. Bu insanları iş sahibi yapmak için gündeme getirilen politikaların hiçbir geçerliliği yok. Bütün önerilerin arkasında belli bir varsayım var: İşsizliği ortadan kaldırmak için iş sahaları açılmalı, bunun için yatırım yapmak lazım, ne kadar yatırım o kadar iş.
Büyüme-istihdam ilişkisi zayıflıyor
Oysa yatırımların artık istihdam sağlama garantisi yok. Tam tersine, istihdamı azaltmaya yönelik yatırımlar giderek ağırlık kazanıyor. Her gün yeni bir teknolojik gelişme ile karşılaşıp hayran kalıyoruz. Bunların her biri emekten biraz daha tasarruf edilmesine imkan veriyor.
İstihdamı yatırımlarla değil de üretimle ilişkilendiren bir açıklama yöntemi var. İstihdam elastikiyeti denilen bu formül üretimdeki değişimle istihdamdaki değişim arasındaki ilişkiyi saptıyor. Her dönemde her sektörün üretim artışı farklı oranlarda istihdam yaratıyor hatta bazen hiç yaratmıyor.
Türkiye’de en çok tarım ve inşaat sektörlerinin istihdam elastikiyetleri yüksek. Yani bu sektörler büyüdükçe, büyüme hızlarının üzerinde istihdam yaratabiliyorlar. Hizmet sektörleri de böyle bir etkiye sahipti ancak aşağı yukarı son on yıldır hizmetler de gittikçe daha az istihdam sağlayabiliyor.
Son yıllarda durumun istihdam açısından daha umut kırıcı olduğu görülüyor. Birçok sektörde küçülme var. Küçülme istihdamda daha da hızlı bir daralmaya yol açıyor. Küçülme olmayan sektörlerin dahi istihdam yaratamadığı görülüyor. Nitekim son yıllarda üretim düşüyor, istihdam daha da hızlı düşüyor.
Artık kültürel sorun
Şimdi, TÜİK’in işsizlik verilerinin doğru olduğunu kabul edelim. İşgücü her yıl 800-900 bin kişi artarken, son birkaç yıldır nüfus arttığı halde işgücünün artmadığına ilişkin tuhaf hesaplarının da geçerli olduğuna inanalım.
Türkiye’nin IMF tahminleri doğrultusunda bu yıl yüzde 6 ve önümüzdeki yıl yüzde 3,5 oranında büyüyeceğini varsayalım. İstihdam elastikiyetinin on yıl önceleri olduğu gibi pozitif değer taşıdığını düşünelim. Yine de işsizlik oranının bu yıl da, önümüzdeki yıl da 4 milyon civarında kalacağı görülüyor.
Yıllarca azaltılamayan 4 milyon dolaylarında işsiz nüfus ekonomik boyutunun ötesinde, açlık, yoksulluk sorunlarının yanısıra çok ciddi bir kültürel sorundur. İşsizliğin, yoksulluğun kültür haline gelmesi, kuşakları aşan bir boyuta ulaşması ülkenin geleceğine yönelik bir tehdittir. Bu nedenle çözümünün temelsiz varsayımlarla geçiştirilmemesi gerekiyor.
Yatırımları teşvik ederek, üretimi artırarak işsizliği azaltma çabaları elbette gerekli. Ancak bunun uzun vadeli, tedrici bir çözüm olduğunu unutmamak lazım. Türkiye gibi işsizliğin kalıcı ve yıkıcı boyutlara ulaştığı bir ülkede böyle “tuzu kuru” önerilerle yetinmek söz konusu olmamalı. İnsanın aklına Nasrettin Hoca’nın borcunu ödemek için sıraladığı dolambaçlı hikayeler geliyor.
Çok uzun çalışıyoruz
Resmi rakamların bile açıkça ortaya koyduğu bir gerçek var. Türkiye’de insanlar uygar ülkelerin hiçbirinde görülmeyecek ölçüde uzun süreyle çalışıyorlar. Günlük, haftalık, yıllık çalışma süreleri hepsinden uzun. Yasal haftalık çalışma süresi uzun, fazla mesailer hepsinden fazla, yıllık izinler hepsinden kısa. Pandemi döneminden söz etmiyorum, o ayrı bir rezalet.
Eğitimin kalitesini sürekli düşüren, araştırma-geliştirme çabalarını ciddiye almayan insanların yönettiği bir ülkenin dış dünyada rekabet gücü kazanmasının tek yolu olarak emek maliyetini düşürmek kalıyor. Nitekim Türkiye bugün asgari ücretin her yıl reel olarak azaltıldığı, sendikasızlaştırma yoluyla ortalama ücretlerin asgari ücretle neredeyse eşitlendiği, çalışma sürelerinin alabildiğine uzatıldığı bir ülke olarak dış ticaretini sürdürebiliyor.
Dünyadaki çalışma saatleri
Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) çalışma süreleri ile ilgili iki göstergesi var. Bunlardan biri haftalık çalışma süreleri. Bu göstergeye göre Türkiye’de insanlar bütün Avrupa, Orta Asya, Batı Asya, Güneydoğu Asya ve Pasifik ülkelerinden daha uzun çalışıyorlar. Komşu ülkeler içinde Türkiye’den daha uzun çalışma süreleri olan sadece İran var.
Bir diğer gösterge, haftada 48 saatten fazla çalışanların toplam istihdam içindeki payı. Türkiye’deki insanların yüzde 24’ü haftada 48 saatten fazla çalışıyor. Bu sayı bütün Avrupa Birliği ülkelerinde yüzde 10’un, çoğunda yüzde 5’in altında. Komşu ülkelerden sadece İran ve Irak’ta Türkiye’den fazla. Yunanistan ve Bulgaristan’da yüzde 1, Rusya’da yüzde 4 düzeyinde.
Türkiye son dönemde hayatın tüm alanlarını kapsayan bir kalkınmayı değil, ucuz emeğe dayalı büyümeyi tercih etti. Bunun cezasını da çekiyor. Emek maliyetleri düştükçe düşüyor. Sırada daha düşük koşullara razı, çaresiz bırakılmış Suriyeliler, Afganlar var.
Bu ekonomik modelin terk edilmesi lazım. Fakat çalışma koşulları değiştirilmedikçe mevcut model karlıdır, firmaların işine gelir ve değiştirilemez.
Hem işsizlikte kısa dönemde azalma sağlamak hem de büyüme modelini değiştirmek için çalışma sürelerinin kısaltılmasının gündeme getirilmesi gerekiyor.
(BD/NÖ)