*Görsel betimleme: Bu resim, Edward Hopper'ın ünlü "Nighthawks" tablosudur. Tabloda, gece geç saatlerde bir Amerikan lokantasında oturan dört kişi görülüyor. Lokantanın büyük cam pencereleri sokaktan içeriye geniş bir görüş sağlıyor. İçeride, uzun bir tezgahın arkasında beyaz üniformalı bir garson, kırmızı saçlı bir kadın ve yanında şapka giymiş bir adam var. Tezgahta oturan bir başka adam da sırtı dönük olarak görülüyor. Lokantanın dışında, boş sokaklar ve karanlık binalar dikkat çekiyor.
Günümüzde insana dair pek çok çatışmanın temelinde kültür-doğa ikileminin olduğu söylenebilir. Can sıkıntısının neliğine ilişkin tartışma da bu insan kültür-doğa çatışmasından azade değil.
Biz son zamanlarda “canım sıkılıyor” lafzını daha mı çok duyar olduk? Yani bu kavram bize modern zamanların bir hediyesi mi? Eskiden yok muydu? Yoksa sınıfsal mı? Günümüzde orta sınıfın sıkıştığı yerde mi yeşeriyor? Hayatta kalmak mücadelesi içindeki insanların can sıkıntısını duyumsayacak lüksü yok mu?
Modern insanın gündelik yaşamı, kendinden kaçmak üzerine kuruludur. İnsanın insanlaşma sürecinde zapturapt altına almaya çabaladığı doğasallığı ile onu egemenliği altına alıp kontrol etmek istediği akılsal yanı arasındaki diyalektik, biçim değiştirerek hayata yön vermeye devam eder. “İnsanın en büyük hapishanesi kendisidir.” sözü, insanın kendinden kaçma arzusuna işaret eder.
Can sıkıntısı, modern insanın varoluşsal bir çığlığıdır. Bu durum, Heidegger’in şiirsel ifadesiyle “varlığın insanın ayağının altından kayıp gitmesi”nde açığa çıkan nedensiz can sıkıntısını andırır. İnsanın yaşı, cinsel yönelimi, dini aidiyetleri veya sınıfı fark etmeksizin her öznenin belli oranda yaşadığı bu duygu, tarihsel olmayan, her dönemde kendini hissettiren toplumsal bir olgudur.
Bu yazı, "can sıkıntısı" kavramını doğal-toplumsal yaşam, özgürlük, toplum, bireysellik, mahremiyet, niş, kovuk, kaçış, ağırlık, varoluş, mana kavram ve metaforlarıyla ilişkili biçimde incelemeyi ve hepimizin varoluşuna çöreklenen can sıkıntısına dair özel denebilecek bir bakışın temellerini atmayı amaçlamaktadır.
"‘Canım sıkılıyor’ diyen bir kişi, aslında ne demek istiyor?" sorusu yerine, burada -ya da en azından bu yazıda- "Ne hissediyor?" sorusu sorulabilir. Bu sorunun; düşünmede, sezmede, hissetmede yolumuzu açmada bize kılavuzluk edeceği düşünülebilir.
Cana dair sözdağarımızdaki kavramlara, deyimlere kısaca bakmak anlam dünyamızdaki çeşitliliği göstermesi bakımından işlevsel olabilir: Sıkılan ne? sorusu cangılda bir patika açmak için önemli bir adım olabilir. Dilimizde can, batı felsefesindeki ruh ve beden ayrımında bedene daha yakın olan ve canlılık fonksiyonlarını imleyen “vitality” kullanımından farklı olarak, hem ruhun hem bedenin ortasında bir yerde konumlanmıştır. Can; “gelin canlar bir olalım”, “can-ı can”, “canan” gibi tasavvufi kullanımlarda ruha daha yakın, “can bedenden çıkmayınca”, “can boğazdan gelir”, “can vermek”, “cana can katmak” gibi kullanımlarda ise daha bedensel bir yerde konumlandığını seziyor ve kavram dünyamızda canın; hayatı, kanı, ruhu bir arada imlediğini anlıyoruz. Sıkıntı ise bu ruhla beden arasındaki kavramın, üzerindeki baskıyı ifade ederken, olumsuz bir kullanımla karşımıza çıkıyor. Her ne kadar “sıkmak” “sıkışma” “can sıkmak” gibi olumsuz anlamını çağırsak da, “sıkmak”tan gelen “sıkı”nın da güçlü, sağlam anlamını da unutmamak gerekir.
Yazı, söz konusu kavramları, varsayımları temel alarak anılan metaforlar yoluyla can sıkıntısı olgusuna dair tezler ileri sürmeyi murad ediyor. Hadi, patikaya vuralım. Yolumuzu açalım. Sorularımızın uyandırdığı hisler kılavuzumuz. Aklımızdan, zihnimizden ziyade duygularımıza, sezgilerimiz eşlik etsin. Can sıkıntısına dair bu sorunsallaştırmanın ardından olguya dair tezlerimizi ifade edelim, tezlerimizi serimleyerek açımlayalım.
Birinci Tez: Can sıkıntısı için boş vakit gerekir.
Sosyolog Talbot’un “Can sıkıntısının bir tarihe, bir dizi sosyal belirleyiciye ve özellikle modernite ile sıkı sıkıya bağlı bir ilişkiye sahip olduğu açıkça görülüyor. Boş zaman ise bir ön koşul. Yeterli sayıda insanın doldurmayı gerektiren zamana sahip olması için geçim derdinden kurtulması gerekiyor. Modern kapitalizm, bir zamanlar hemen hemen otomatik olarak bağışlanan manevi anlam kaynaklarının altını oyarken, eğlence ve tüketim maddelerinin artırdı. Hayatın, en azından bazen, eğlenceli ve insanların (kişinin kendisi dahil) ilginç olacağına dair beklentileri yükseltti ve öyle olmadığında hayal kırıklığı da arttı.” önermesi burada karşımıza çıkıyor.
Öyleyse, can sıkıntısı modern zamanlarda, sadece boş zamanı olacak bir sınıfın problemi gibi karşımıza çıkıyor. Dedelerimizin anneannelerimizin bizim kadar can sıkıntısı yaşamadığını, tüm gün hayatını kazanmak zorunda olan bir işçinin sıkılacak boş vakti olmadığı için canının sıkılmadığını mı söylüyoruz? Peki ya yeni antropolojik araştırmaların tarım devrimi öncesi kabilelerde, sanılanın aksine büyük bir boş zaman olduğuna dair tezlere ne demeli? Neolitik çağdaki dedelerimizin bizden çok boş zamanı varsa onların canları da bu kadar sıkılmış mıydı?
İkinci Tez: Modern insanın kendinden kaçışı, can sıkıntısı doğurur.
İnsan, canının sıkılmasıyla birlikte ağırlaşır, ortamından uzaklaşır. Etik habitatı, anlamını yitirir. Yerleşik değer yargıları da. Bağsızlaşır. İnsan, mânâ üzerine yüklenen ve anların taşıyıcısı olduğu bir çatının altında göreli olarak fazla yük taşımadan, sorumlu olmadan yaşar. Oysa can sıkıntısı, o korunaklı yapının çökmesidir. Bir tür depremdir. Pek çok kişi, bu depreme, ağırlığa dayanamadığı içindir ki, yaşamlarına son verir. Bu ağırlık, bir karıncanın, kelebeğin, solucanın, balığın, sineğin, atın, devenin taşıyabildiği “yaşam/a” ağırlığıdır. İnsan, yaşamasını akli yani kültürel kurumlara ya da mânâya delege etmiştir. O nedenle de sorumlu değildir. Can sıkıntısıyla ortaya yaşamın sorumluluğu da çıkar. İnsan, doğasını kaybeden trajik bir varlık olduğundan karıncanın, kelebeğin taşıyabildiği ağırlık karşısında paradoksal biçimde ezilir.
Modern insanın kendinden kaçışı birkaç şekilde olabilir; ya işiyle ya eğlencesi ile ya da kendini var ettiği kimlik grupları içerisinde “sürekli meşguldür. Evde, işte, dışarıda. Adorno’nun “Kültür Endüstrisi” kavramı, tam da burada varlık kazanır. İnsan; işle, aileyle, sosyallikle, eğlenceyle meşgul edilir. Her biri, aklın, “ethos”un ürettiği mânâyla biçimlenir. İnsanı meşgul eden kurumların oligarşisi iktidardır; din, devlet, endüstri. Can sıkıntısı, oligarşiye karşı insanın doğasallığının sesidir. Can sıkıntısı ile oligarkların kurum ve kavramları iktidarsızlaşır. Oligarkların iktidarını o kısacık anda sarsar, mânâsızlaştırıverir.
İnsan, aynı toteme bağlı toplumsal üye olmaklığından bu yana birtakım küçük ve/ya büyük kimlik gruplarıyla homojen topluluklar oluşturur. O toplulukların içinde de erir. Erime, yaşamdan, yaşamaktan gelen ağırlıktan bir tür kaçıştır. “Onlar”la birlikte olmak, insanın, türdeşlerinin gözünde, algısında yeniden yaşatılır. Oysa insan, akılla çoktan öldürülmüştür. O, yoktur. Akıl, onu öldürmüştür. İnsanın topluluk içinde erimesi, yaşama duygusu özlemdir; oysa bu, suyun altında boğulan birinin kendine gelmesi için grizu patlaması olan bir kömür ocağına konmasıdır. İnsanın oligarklara ait kurumlar arasında oradan oraya savrulup gitmesi, bu metaforla (da ) ifadesini bulur. Can sıkıntısı, insanın bir canlı olarak yeniden nefes almaya başladığı bir niştir. Aslında Heideggerce söylersek bir tür özgürleşme imkanı sunan “kriz anı”dır. Oysa pek az insan o ağırlığa dayanabilir; bu bedenle birçoğumuz, oligarkların kurum ve kavramlarına can simidi niyetiyle sarılır.
Üçüncü Tez: Can sıkıntısı, canlının otantik varoluşuna duyduğu özlemdir.
Hayat, her türden canlının üzerine sevinç ve üzüntüyle çöreklenir. Bölgesi için mücadele eden kobralardan biri kaybeder ve oradan uzaklaşır. O uzaklaşma, melankoliktir. Canlının, varoluşuna dair derin seziştir. Can sıkıntısı, oligarkların kuşatması altında, o janjanlı hayatın ambalajının, örtünün çekilip alınmasıyla da, belki de en çok o tür durumlarda gösterir kendini. O an, tam da o an, insanın bireysel varoluşu, kollarını açıverir. İnsan, o kollara sığınırken, oligarkların giydirdiği her şeyden arınır; arınma, kollara sığınmanın ön koşuludur. Söz, mânâsını yitirir; iktidarını da.
Can sıkıntısı, oligarkları hiçleştirir, kuşatılmışlığı kırar; özü gereği mânâyı yaşamdan, eşdeyişle ”ethos”tan soyutlar; varlığı sözden ya da mânâdan soyar. Can sıkıntısı, yalınlıktır. Fazlalıkların, kültürün atılması, kültürle iğfal edilen varlığın paklanması, arınmasıdır.
Can sıkıntısı, “ethos”un yapaylığından kaçıp doğayı arzulamaktır. Can sıkıntısı, arzudur, doğanın arzulanmasıdır; arzu ise, yaşamın iktidarı. Oysa “ethos”, bu arzuyu iktidarı altına alan çevredir; egemenliği altına alırken de oligarkları, kurumlarını ve kavramlarını ve bunların toplam olan “söz”ü üretir. Can sıkıntısı, işte, insanın bunlardan kaçıp doğayı, doğasını arzulamasıdır. Buna insanın bir anlamda kendi kendini arzulaması da denebilir. Bu anlamıyla bir tür “otoerotizm” denebilir can sıkıntısı için.
Özetle can sıkıntısı, canlı olma arzusudur. Ethos, oligarkları, kurumları ve kavramlarıyla, bunların toplamı olan “söz” ile insan türünün üyesi olan ve etik bir varlık olmadan önce canlı olan, özü gereği canlılığını, hayatta kalmayı arzulayan varlığın yaşama isteğini hadım eder. Ahlakileştirerek yani anlam(lı)laştırarak ontolojisini kaydırır. Nasıl para yenemezse, onun aracısı olduğu şeylerde istenen, sözün altındaki çıplaklıktır arzu nesnesi, o, ruhu doyuran, ruha dokunan. Arzu nesnesine giden yolun kapısını aralayansa can sıkıntısıdır. Örtüyü kaldırıp oligarkların mânâsından arınan varlığın duyarlılığı en üst seviyeye çıkar. Hisleriyle arasındaki sözsel filtre kaldırılır ve varlıkla, kendisiyle, özdeşliğiyle yüzleşir.
Can sıkıntısının, kimi müminlerce, inançsızlıkla ilişkilendirildiğine tanık olunur. İnanç, hayatın metafizikçe anlamlandırılmasıdır. ‘İlaç’ niyetine metafizikle soslayıp temellendirilerek sunulanlar, insanın, yukarıdaki tezlerde irdelenen olgusallığı için zehrin kendisidir.
Yazıda temel patolojinin ve/ya insanın trajikliğinin “ethos” olduğu iddia edilmektedir. Dinlerse “ethos”u da aşarak yeni bir dünya kurmak iddiasındadırlar. Bir başka deyişle evrimle postunu kaybeden insanın ethos tarafından farklı bağlamlarda giydiği pek çok kıyafet yerine, bunlardan biriyle hayatın kotarılması gerektiğini savlarlar, savlamakla kalmazlar, içindekileri de biçimlendirmek pratiklerini, rıza imalatı süreciyle icra ederler. İnsanı, giydiği, içine sokulduğu patolojik, trajik halenin matematiksel türevini alır. Menşeinden uzaklaşan insan, daha da zehirlenir. İnsanı zehirleyen mânâdır, mânâya hapsolmak. İnsanın hayatını gasp eden, onu esir alan mânâ; dinsel kategorilerse mânânın mânâsı, meta–mânâdır.
Felsefe, mevcutla yetinmeyip yeni yollar açmaya yöneltir; cangılda patika açarken yaptığımız kavram temizliği bizi, can’ın beden ve ruh arasında olduğunu hatırlatırken, sıkılmanın da sadece olumsuz olmadığı, “sıkılmış bir vidanın sağlamlaşması gibi, sıkı canın da ruhen ve bedenen sağlamlık getireceği olasılığını dimağımıza taşıyor.
Can sıkıntısı esnasında içkiye, sarhoşluğa duyulan ihtiyaç bir kaçış değil aksine kurtuluştur. Sarhoşluk, insanın “ethos”un çevrelenmişliğinden kendini azadeleştirmesidir. Can sıkıntısı, bir tür özgürleşme imkânıdır. İnsanı, yaşadığı tutsaklığa karşı ayıktırır. “Ethos”un uykusundan can sıkıntısı uyandırır. İnsan, ayılmak için de sarhoş olur, ethos tarafından zehirlenenler südrükleşirken, diğerleri esrikleşerek canlılığa, kendilerine, doğayla özdeş benliklerine dokunurlar.
Esrik ruhlara selam!
(MVB/RT)