*Ahmet Büke'nin bir öykü kitabının ismi. Fotoğraf: Canva
Bazen olmaz. Bu kadar basit aslında. Bazen hayat izin vermez. Bazen şu ya da bu nedenle ters dönen bir kaplumbağa gibi sağa sola hamle yaptıkça daha beter yorulur kalırız. Hayat işte!
Bu aralar hangi dost meclisine katılsam söz dönüp dolaşıp son dönem ne kadar hayal kırıklığı yaşadığımıza geliyor. Siyasetten zehirlenmemize ramak kalan bir süreçten çıktığımız için yorumların her biri bir öncekinden yorgun, bir öncekinden daha bıkkın.
Ruh sağlığımız önce deprem ile büyük darbe aldı sonra seçimler ile birlikte büsbütün hallaç pamuğu gibi atıldı. Çoğumuzda nasıl bir şey yaşadığımızı, nasıl toparlayacağımızı düşünecek mecal bile kalmadı. Bir süredir hep beraber derin bir anlam krizi ve dünya ağrısı içinde kıvranıyoruz.
Geçenlerde köşe yazıları arasında dolaşırken Ruşen Çakır'ın "Siyasetten Yoruldum" yazısına denk geldim. Ruşen Çakır bu haldeyse dedim, bizim arkadaş çevresinin hali pek de anormal değil. Arkam, önüm, sağım, solum hayal kırıklığı, keder ve bıkkınlık. Sobe!
Hayatı sadece olumluluktan mütevellit bir anlatı olarak kurmaya çalışmanın aslında hayatı doğrudan zorlaştıran bir şey olduğunu düşünüyorum. Hayal kırıklıklarımızı, mutsuzluklarımızı, başarısızlıklarımızı hayatımıza dahil etmeyi göze alabilirsek onu daha iyi hale getirebiliriz. Ya da daha iyi olmasa bile daha dürüstçe olabilir.
Yeni zamanlar ölüm, keder ya da hayal kırıklığı gibi kavramlarla ilgili değişik bir anlayışa sahip. Bir kayıp yaşadığımızda durmamamız, ilerlemeye devam etmemiz, bunu hızla aşmamız öğütleniyor çoğunlukla. Yas tutmak, o kayıp duygusunda, o acı içinde kalma hâli "patolojik bir durum" gibi kabul edilip adeta bir hastalıkmış gibi etiketleniyor.
Sürekli mutlu olmamız bekleniyor bizden. Oysa kedere, kaygıya, hayal kırıklığına da bir hayat alanı açmak lazım. Istıraplı, kafa karıştırıcı veya acı verici olsa da kedere saygı duymayı bilmek gerek. Keder, kayba gösterilen olağan bir tepkidir sadece. Güçlü kayıplar güçlü kederlere sebep olabilir.
Ünlü bir psikoloğun anlattığı bir anekdotu hatırlatayım. Katıldığı bir konferansın bitiminde bir izleyici yolunu kesmiş, "Hocam, bu konferansa gelip size akıl danışmak istedim. Ben nasıl mutlu olabilirim diye sormak istedim" demiş. Psikolog ayaküstü hayatında ne olduğunu sormuş. Beriki anlatmaya başlamış, "İflas ettim, evimi kaybettim, sonra karım beni terk etti" diye saymaya başlamış. Bizim psikolog kesmiş sözünü adamın, "Mutlu olmaya çalışmayın, bütün bunları yaşıyorsanız şu an mutsuz olmanız lazım zaten" demiş. O hesap, belli ki bu dönem mutsuz olmamız normal olan.
Bunca badireden sonra mutsuz olmakta, yılgın olmakta beis yok. Yine de bu çukurdan ne zaman ve nasıl çıkacağımızın yollarını aramanın zamanının geldiğini de düşünüyorum bir yandan.
Her şeyin yolunda olmadığı malum. Bizim için öyle en azından. Bunca hayal kırıklığının ve kederin içinde debelenip duran kaplumbağalar gibiysek dikkatimizi biraz da zihnen "hayatta kalma stratejilerine" yoğunlaştırmayı öneriyorum.
Kendimizi tekrar kendimizden razı hale getirmemiz lazım. Daha yerel seçimler var önümüzde, moral, mücadele azmi ve umut lazım hayata dair.
İzninizle, hiçbir bilimsel tabanı olmayan fikirlerimi sizinle paylaşmak isterim. Başlangıç noktası olarak literatürde "kabul edilebilir bir yas süresi" olup olmadığına, hangi yas süresi üzerinin tıbben sıkıntılı olduğuna baktım.
Literatüre göre uzun süreli yas bozukluğu (PGD) tanısı için "kaybın" bir yetişkin için en az bir yıl önce; çocuklar ve ergenler içinse en az 6 ay önce gerçekleşmiş olması gerekiyormuş. Milletçe her şeye çocuk gibi sevinip, çocuk gibi üzüldüğümüz için "altı ay" mühlet veriyorum bize. Ekim sonu itibarıyla herkes sağlam kafa sağlam vücutta bulunur şeklinde hazır olsun rica ederim.
Bu altı ay zarfında toparlanmak için elimizden geleni ardımıza koymayalım annem! Genetik yatkınlığı olanlar aileye yüklensinler, olmayanlar diğer hayatta kalma stratejilerine abansınlar. Dünya iyi ya da kötü değil; kayıtsız sadece. Herkesin doğrunun ne olduğunu bildiği ama hiç kimsenin doğruyu yapmadığı bu yeni zamanlarda mutlu olmak ve mutlu kalmak için en çok "inat etmek" lazım.
Ahmet Hamdi Tanpınar'ın günlüğüne yazdığı, "Türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkânını vermiyor" sözü meşhurdur. Benim Tanpınar'ın en sevdiğim sözü ise başkadır. Yaşar Nabi ile yaptığı bir söyleşide hayatta en çok günlük tutmadığına üzüldüğünü söyleyip, "Günlük tutan adam kendini gözünün önünden ayırmıyor demektir" der. 50 yaşından sonra günlük tutmaya başlayan Tanpınar'ın bayıldığım bir sözüdür bu; "kendini gözünün önünden ayırmamak."
Belki de "kendini gözünün önünden ayırmama" zamanıdır şimdi. Bu yüzden ilk strateji olarak imkânı olan günlük tutmaya başlasın derim. Kendimize vakit ayırıp, kendimizi gözümüzün önünden ayırmamak için yazalım ne yaşadığımızı. İsteyen sıradan olayların günlüğünü tutsun, isteyen nasıl bir toplumsal süreçten geçtiğimizi anlatan iddialı notlar düşsün günlüğüne.
İkinci strateji olarak zor zamanlarda mutlu olmanın en mühim dayanaklarından biri olarak her zamanki gibi arkadaşları öneriyorum. Belli ki buradan tek başına çıkış yok, seçilmiş bir güven ilişkisi olarak arkadaşlıkla çıkabiliriz anca.
Üçüncü strateji olarak her şey yolundaymış gibi davranmayı öneriyorum. Fikirlerimin bilimsel bir altyapısı olmadığı konusunda zaten uyarmıştım sizi, gönlüm rahat o yüzden. Hem hayatımızın sonuna kadar her şey yolunda imiş gibi davranalım demiyorum ki, sadece Ekim sonuna kadar.
Bu ahval ve şerait içinde nasıl bir sorun yokmuş gibi davranabilirsin diyenler olacaktır. O taktirde ben de doğayı örnek aldığımı söylerim. İmitasyon bir hayatta kalma stratejisidir.
Afrika boynuzlu ağustosböceği, karınca taklidi yaparak hayatta kalmaya çalışıyor örneğin. Vespid yabanarılarının desenlerinin yüzlerce taklitçisi var. Ya da imitasyon işinin ustası kelebeklere bakalım. Sayısız türde kelebeğin taklitçilik yaparak avcılardan korunduğunu biliyoruz.
Ne olur sanki azıcık her şey yolundaymış taklidi yapsak. Bu yazı atlatsak yeter diyorum. Güze toparlarız gibi geliyor bana. Yani limitli imitasyon işimizi görür sanki.
İmitasyonla avcıyı kandıramayan bazı böcekler bir sonraki aşamaya geçip bazen yere düşerek hareketsiz kalıyorlar, yani ölü taklidi yapıyorlar (bkz:tanatosis). Şimdilik rahat olalım, durum henüz o kadar ciddi değil. Henüz!
Sözün özü, ben biraz mola vereceğim bu yaz. Kelebekler gibi davranıp, arkadaşlarla sarmaşıp günlük tutacağım. Gerçeği bir parça tahrif edeceğim üstünüze afiyet.
Orijini hakkında güvenilir bir kaynak atfına rastlayamadığımız ama pek çok kaynakta "Huzur duası" olarak geçen duayı bilirsiniz; "Tanrım, bana değiştirebileceğim şeyleri değiştirmek için cesaret, değiştiremeyeceğim şeyleri kabullenmek için sabır, ikisi arasındaki farkı anlayabilmek için bilgelik ver."
Tahrifat işlerine bu duadan başlayayım o halde, değiştiremeyeceğimiz şeyler için sabır, aradaki farkı anlamak için bilgelik kısmında sıkıntı çekmesek de kendimize tanıyacağımız anlamlı bir mühlet ile değiştirebileceğimiz şeyler için cesaret işi Ekime kadar tamamdır diyorum. Önümüz yerel seçimler. Ruh ve deri bütünlüğümüzü koruyalım annem!
Dediğim gibi hayat bazen izin vermez. Olur yani. Bize düşen birbirimize sahip çıkarak kaldığımız yerden denemeye devam etmek. Bu depresif alacakaranlıkta Habil ile Kabil'i hiç hatırdan çıkarmayıp insanca olanın "kardeşinin bekçisi olmakla" mümkün olduğunu unutmamak.
"Dünyamıza kusursuzluğu benimsetemeyiz. Ne erdem dayatabiliriz ne de erdemli davranmaya ikna edebiliriz. Bu dünyayı ne orada yaşayanlar için sevimli ve hoşgörülü kılabilir ne de idealde arzu edilen haysiyet düşleriyle uzlaştırabiliriz. Ama DENEMEMİZ GEREK" der Bauman. Biz de hayat izin verince denemeye devam ederiz o halde!
İşimiz bu, direnmek ve denemek...
(AA/AÖ)