Her ne kadar siyaset, arkası yarın türü bir devamlılık “hikâyesi” olsa da, şimdilerde 32 kısım tekmili birden bir ‘oyun’ sergilenmekte. Sahne hareketli; diyaloglar yüksek sesli, replikler ağdalı, tehditler açık hedefli, salvolar mecazsız, vücut dili eşliğinde bühtanı ve bedduası çok bir “oyun”. Yalanı, dolanı, riyası kadar, komedisi de bol bir oyun. Böyle olduğu içindir ki, çok da tehlikeli bir oyun.
Olanları bir sahne mizanseniyle ifade etmek açısından oyun sözcüğünü kullanıyorum. Yoksa geniş anlamıyla yönetenler ile yönetenlerin bir hikâyesi bu. Yani dilleri hançer, kadife eldivenlere saklanmış demir yumruklu, mideleri doyumsuz, egoları hindi kabarması, vicdanı cüzdanlarının boğuntusunda, idarecilikleri acımasızlık ve hukuksuzluk keyfiyetiyle dolu bir yönetenler kesimi ile seçimden seçime oy vermekle ‘kaderimizin’ çizilmek istendiği, muhalif seslerimizin susturulduğu biz edilgen yönetilenlerin hikâyesi bu.
Muktedirlerin iktidarı çatladı. Erdoğan hükümeti, iktidarın küçük ama fonksiyonel ortağı olan Cemaat ile yollarını ayırdı. Öteden beri devam eden bu ayrışma, 17 Aralık ile nihai noktasına ulaştı. Bundan sonrası genel olarak biliniyor.
Erdoğan hükümeti ile Cemaat ayrışması, emniyetle yargı alanında çatışmaya dönüştü. Belanın doğumu, doğası gereği bir hayli acılı ve yıpratıcı olmakta.
Yürütme ile yargı ve kimi emniyet bürokrasisi karşı karşıya geldi. Yürütme ile yargının flörtü bitti. Benim üzerinde durmak istediğim konu, yürütmedeki oportünizmin ulaştığı boyut ve bundan doğacak olan tehlike. Kaldı ki, mevcut durum zaten olumsuzdu, şimdi yeni zorluklara gebe bir hava esmekte.
Başbakan Erdoğan’ın oportünizmi
17 Aralık yolsuzluk operasyonları AKP’yi şoke etti.
Önce sudan çıkmış balık gibi çırpındılar.
Gözlerine fener tutulmuş tavşanlar gibi apışıp kaldılar.
Kısa süre sonra saldırıya geçtiler!
Bu saldırı aslında bir savunma telaşıdır.
Ve bu telaş, Başbakan Erdoğan’ı iyice kural tanımaz hale getirdi.
Yolsuzluk olayına eli ve dili yanacağı için doğrudan hiç değinmeyen Başbakan, tıpkı darbeciler gibi esip savuruyor. Nasıl da benzeştiler!
Çünkü mayalarında diktatörlük, kibir ve fütursuzluk var!
Muktedir oldukça kibrin ve nobranlığın salınımında esip gürleyen Başbakan Erdoğan, özellikle son 3 yıldır zaten taşımakta zorlandığı demokrasi makyajını silmekteydi. Silinen o makyajın altından, özün dışavurumu olan totaliter surat, bütün çizgileriyle kendini göstermeye başlamıştı. Gezi’yle birlikte iktidarın dili, yalan ve iftira üreten bir makine oldu. Bu sürecin üzerine bir de 17 Aralık yolsuzlukları binince güneşi balçıkla sıvamaya çalıştılar ki, yalan ve iftiraları komediye dönüştü.
Yolsuzluk bu ülke için sıradan bir durum.
Ancak başka bir tehlike var: AKP, bir dönem çatıştığı vesayet rejiminin unsurlarına el altından el uzatıyor! Türkiye Barolar Birliği ise, arabulucu rolüne soyundu ve bu rol, taraflarca da kabul gördü. Mesele, yargı hatalarından arınarak bir barış ortamı sağlamaktan çok, mesele, bir tarafın cezalardan kurtarılması karşılığında, iktidarın, cemaati tasfiyesine lojistik sağlamaktır. Ve bu süreç, iktidarı daha bir diktalaştıracaktır!
Bugün bu yargıya çatan ve bu yargının milli orduya (Şimdilerde iktidar tarafından dillendirilen milli ordu retoriği, yönetilenleri aldatmanın bir başka kurnazlığıdır) darbe yaptığını dolaylı ağızdan ifade edecek kadar düşkünleşen AKP, daha dün Ergenekon’un ‘savcısı’ rolünde değil miydi? Bu emniyetin şaibeli belgeler ürettiği iddiaları ortalığı sarmışken, bu yargı torba mantığıyla çatır çatır cezaları döşenirken, Kürt muhalefetini etkisizleştirmek için KCK operasyonları adı altında emniyet ve yargı operasyonları yapılırken Başbakan Erdoğan, “Yargı bağımsızdır” diye bağırmıyor muydu? Bugün ne oldu da Başbakan Erdoğan aynı yargı için, bunların kararlarını şaibeli olarak niteleyerek, yeniden yargılamaların yolu açılabilir diyor.
Bu ne tutarsızlık, bu ne fütursuzluk, bu ne faydalıcık!
Bu el uzatmaya karşı taraf ne kadar el uzatır, bilemem.
Ancak Başbakan Erdoğan’ın bu noktaya dek sürüklenmesinin, dibe vurmuş bir oportünizmin boyasına batmasının altında ne yatıyor olabilir? Bir diğer deyişle Başbakan Erdoğan’ı bu ittifak veya güç birliği arayışına iten neden(ler) nedir?
Bunun kesin cevabını bilemiyorum. Ancak şu kadarını söyleyebilirim: Başbakan Erdoğan, bir süreden beri uluslar arası meşruiyet kaybına uğradı ve bu düşüş devam ediyor. Ahlak, adalet, İslam, mağduriyet, mazlumluk kelimeleri üzerinden oluşturduğu vaazlarını siyasetin bir parçası yapan AKP, yolsuzluk operasyonlarıyla birlikte ülke içinde de bir meşruiyet kaybına uğradı. Dolayısıyla mesele salt sandık ve seçimi kazanma meselesi değil. Ülke içinde ve dışındaki meşruiyet çok önemli. Bunun önemini Başbakan Erdoğan’ın suratına baktığınızda bile görürsünüz. Rahat değil ve şaşkın! Şaşırdıkça hata üstüne hata yapıyor! Başbakan Erdoğan üstündeki yükün sandığımızdan daha etkili olduğunu düşünüyor ve Başbakan’ın eski derin devlete barış düdüğü öttürmesini, mezarlıktan gece geçen birinin korkusundan ıslık çalmasına benzetiyorum.
Bütün bunlar biz yönetilenlerin hayrına mıdır?
Şimdilik değil ama belki uzun vadede demokratikleşme sürecini tetikleyici bir etkisi olabilir.
Başımızda yeteri kadar çorap ören bir hükümet varken, bu hükümetin yeni ittifaklara girmesi, başımıza yeni çorapların örüleceğinin de habercisidir!
Peki, bu yargı biz yönetilenlerin hayrına oldu mu?
Dün de bugün de demokratikleşmenin önündeki en büyük engellerden biri işte bu yargıdır! İnsanlar süründürüldü, hayatları çalındı, özgürlüğün kanalları tıkandı.
Emniyetin demokrasiyle bir ilintisi var mıdır sorusu için ise, söz söylemeye bile gerek yoktur!
AKP iktidarı, otoriter egemenlik yolu inşasında kullandığı taşlarla başımızı yarmaya devam ediyor. (HŞ/HK)