İnsanın yüreğini ısıtan, üstelik memleketin en içinden çıkılmaz hale getirilmiş sorunlarından birini en yalın biçimde yansıtan bir filmin, medyada da böylesine yankı bulabilmesine ne kadar sevinsek az! Ne yalan söylemeli, proje aşamasından başlayarak filmin akıbetini merak içinde takip etmiş biri olarak, basının şu anda filme gösterdiği yoğun ilginin beni hem mutlu hem de mahcup eden bir tarafı var . Çünkü bundan tam bir yıl önce, 11 Kasım 2008'de, "İş, akla ziyan filmlerin tanıtımına gelince sütunlarını esirgemeyen kültür sanat birimlerinin dikkatine" diyerek şu sitemkâr satırları yazmışım bizim blog'a:
"Bu yıl IDFA'da Türkiye'den bir film de yarışacak: 'Okul Yolunda'... [Filmin Türkçe adı, sonradan 'İki Dil Bir Bavul' olarak değiştirildi.] Dünyanın en kapsamlı belgesel etkinliği olan IDFA Uluslararası Amsterdam Belgesel Festivali, medyamızın seveceği benzetmeyle 'belgeselin Cannes'ı' olarak nitelendirilebilir rahatlıkla. Ama nedense, bu kadar önemli bir festivalde Türkiye'den bir filmin yarışıyor olması, gazetelerde küçük haber olacak kadar bile ilgi çekemedi. Biraz bilmemezlik, biraz da ülkemizde belgesele dönük genel bir ilgisizlik halinin tezahürü olsa gerek."
Gazeteciler geç keşfetti
Filmin 2008 Kasım'ında yapılan Amsterdam'daki galası muhteşemdi, fakat yankıları buraya ulaşamadı. Türkiye'de ilk kez gösterildiği İstanbul Film Festivali kapsamında da, film dopdolu bir salona oynadı ama hakkettiği ilgiyi basından yine göremedi. İyi filmin kokusunu uzaktan alması beklenen sinema yazarları bile -beni bağışlasınlar- filmi ancak şimdi, Türkiye'de onca ödül aldıktan sonra seyirciyle birlikte keşfetti.
Sahiden, "İki Dil Bir Bavul" (bundan sonra kısaca '2D1B' diye anılacak) gerçek anlamda keşfedilebildi mi? Yazılanların çoğunu okudukça, yazan arkadaşlar adeta yanlış filme gönül indirmiş gibi bir duyguya kapılıyor insan. Kiminin 'belgesel' demeye dili varmıyor, kimi ise basbayağı karşısındaki filmi kurmaca sanıyor! Biraz araştırıp da bu kafa karışıklığının hayli yaygın olduğunu fark edince, bu yazıyı yazmak farz oldu.
"Yahu belgeselmiş bu!"
Bir dostum, filmi sinemada birlikte izlediği arkadaşının ışıklar yandıktan sonraki tepkisini aktardı: "Yahu, belgeselmiş bu!" Eh, sinema basınının bile kafası bu denli bulanıkken, seyirci ne yapsın? En azından filmi izledikten sonra, bunun bir belgesel olduğundan kuşkusu kalmamış. Peki, yazar-çizer arkadaşlara ne demeli? Hürriyet gazetesinin İnternet versiyonunda çıkan kısacık tanıtımda şöyle bir cümle var, mesela: "Profesyonel olmayan oyuncuların rol aldığı film üniversiteden yeni mezun olan ve bir Kürt köyüne tayin edilen bir öğretmenin öyküsü üzerine kurulu."
"Profesyonel" oyuncuların rol aldığı, bazen davudi seslerini ödünç verdiği o akla ziyan TV yapımlarına bile "belgesel" denebiliyor da; Siverek'in bir köyünde kendi halinde yaşayan ilkokul öğrencilerine neden "oyuncu" deme ihtiyacı duyuluyor? Çocuklar belgeselcinin kamerasına yakalanınca, "rol" yapmış mı oluyor?
Aynı gazeteden Onur Baştürk, müjdeyi veriyor: "Öncelikle belirtmeli; filmde Doğu köyüne tayini çıkan Denizlili genç öğretmen Emre Aydın, yaşayan biri." Günaydın! Yahu film zaten onun hayatının bir parçasını anlatıyor; öğretmenin, 'yaşamayan' birini canlandırdığına dair en ufak bir emare var mı halinde? Bu arada "Doğu köyü" tabiri, İkitelli'nin doğusunda kalan bütün bir coğrafyayı kapsıyor herhalde, öyle ise köyün yerini tarif etme konusunda pek aydınlatıcı olamıyor ne yazık ki.
Uğur Vardan Radikal'deki yazısında, "Ya o sımsıcak oyunculuklar?" diye yazıyor ve şöyle devam ediyor: "Üstelik bu tiplemenin, mesela sisteme karşı bir solcu öğretmenden seçilmemesi de, daha inandırıcı ve gerçekçi sonuçlar alınmasını sağlamış." "Oyunculuk", "tipleme", "inandırıcılık", "gerçekçi olma"; hepsi de yazılı bir senaryo üzerinden çekilen, içinde diyalogların falan olduğu kurmaca filmlerin sahiciliğini tartıya vururken göz önüne alınabilecek kriterler. Vardan'ın uzunca sayılabilecek yazısında 'belgesel' sözcüğü tek bir cümlede geçiyor, o da şu şekilde; "belgeselle kurmacayı son derece başarıyla harmanlayarak..."
Bu "belgesel-kurmaca karışımı" iddiası, yazarlar arasında en makbul gören tez, anlaşılan. Mesut Yeğen'in Radikal İki'deki yazısında, bu tasnif "belgesel ve dram melezi film" olarak geçiyor.
Tunca Arslan, taze online sinema dergisi Arka Pencere'de "İyi anlatılmış, iyi 'oynanmış', belgeselin sınırlarında gezinen sıcak mı sıcak bir film" diye yazmış. İlerleyen satırlarda, "Emre Aydın'ın 'rolünün' hakkını gerçekten çok iyi verdiği"ni vurgulamış. Tırnak içine alındığına göre, 'oynamak'la kastedilenin bildiğimiz anlamda rol yapmak olmadığı anlaşılıyor, ama yine de aşılması an meselesi bir 'sınır' var ortada.
Belgesele karşı özel bir ilgi duyduğunu bildiğim Yusuf Güven de, "Anlatım biçimi olarak ne bir belgesel ne bir kurmaca ne de doku-dramaya karşılık gelmektedir. Yeni bir kavramla ele almak gerekirse drama-belgesel diyebiliriz" diye yazmış, Yeni Film dergisinin '2D1B' kapaklı son sayısında. (Öte yandan izleyen sayfalarda yönetmenlerden Özgür Doğan'la yapılan söyleşide, film düpedüz belgesel olarak anılıyor.)(1)
Burçin S. Yalçın, Zaman'daki yazısında "Kurmaca olarak başlayıp belgesel üslubuyla biten" demiş.
On5yirmi5 adlı Web sitesinde Zeynep Zelan imzalı yazıda ise, "yarı belgesel yarı kurgusal nitelikte çekilmiş film" diye kayda geçiyor ve filmde "günlük yaşamın belgesel tadında müdahalesiz yansıtıldığı" belirtiliyor.
"Belgesel tadında"
Şu evlere şenlik "belgesel tadında" teşhisi de çok revaçta, ama ben şahsen bundan ne anlamam gerektiğini çıkaramıyorum. Mesela, öyle belgeseller var ki bende kekremsi bir tad bırakıyor. Hazmı bir hayli zor olanı, mideme oturanları da az değil. Şu adına belgesel denen şeylerin tadı o kadar muhtelif ki! "2D1B"a illa yabancı bir tat yakıştırmak gerekiyorsa, belki "kurmaca tadı veren belgesel" demek mümkün, ama zaten tüm iyi belgeseller öyle değil midir?
Neyse, oraya gelmeden önce birkaç alıntı daha yapalım: Gündem-Online'daki yazısında İsmail Yıldız, yine yönetmenlerin izleyiciye "alışılmışın dışında hoş bir belgesel tadı yaşattığını" belirterek ekliyor: "Öğretmen karakterini gerçekten öğretmenlik yapan Emre Aydın'a, öğrencilerin tamamını da yine Aydın'ın kendi öğrencilerinden seçmesi sayesinde..."
Gerçek Gündem adlı Web sitesinde Başak Günsever yazıyor: "Gerçek bir ortamda, gerçek insanlarla üretilmiş. Yani oyuncu falan yok, herkes kendini filme aktarmış." İki arkadaş da sanırım "belgesel"i tarif ediyor, ama nedense kavramı kullanmaya dilleri varmıyor.
Söyleşilerde yönetmenlere yöneltilen sorular da, aynı zihin bulanıklığından mustarip. CineDergi'den Banu Bozdemir soruyor: "Film için kurmaca mı yoksa doku-drama mı dersiniz?" Orhan Eskiköy'ün yanıtı: "Bu hikaye gerçeğin yaratıcı yorumudur." Bu tarif, kavramı ilk kez ortaya atan John Grierson'ın "documentary" için ta 1926'da yaptığı tanımdan başka bir şey değil aslında: "Creative treatment of actuality".
Özgür Doğan da, haziran ayında Evrensel gazetesinde çıkan röportajında, çok haklı olarak "Bizim için ya filmdir ya değildir" diyor ve dünyada, festivallerde böyle bir tartışmanın kalmadığını söylüyor. Ardından da "Bu film sonuna kadar belgeseldir" deyip neden böyle olduğunu açıklıyor. Ekimde yapılan bir başka söyleşide ise, "Bu filmin belgesel bir iş olduğunu söyleyebilir misiniz?" sorusunu, şahsen anlam veremediğim bir muğlaklıkta yanıtlıyor: "Yakın. Birebir gerçek değil."
Akşam gazetesinde yayımlanan; ne girişinde ne de sorular kısmında içinde bir kez bile "belgesel" sözcüğü geçmeyen Eyüp Tatlıpınar imzalı söyleşide, Doğan şunu söylüyor halbuki: "Filmde hiçbir rol yok zaten, hiçbir çekimi de tekrarlamadık."
Basını taramaya devam: Genç kuşak sinema yazarlarından Janet Barış, Taraf'ta yönetmenlerle yaptığı söyleşide, "Belgesel ile kurmaca iç içe filmde..." diye konuyu açıyor; yönetmenler "belgesel geleneğinden geldiklerini, ama kurmacanın olanaklarını da kullandıklarını" anlatmaya çalışadursun, izleyen soruda şu tespiti yapıyor: "Bir çok şey gerçek olunca ister istemez seyircide bir başkasının hayatını gözetleme gibi bir durum yaratıyor..." (2) Yönetmenler, "gözetleme değil gözlem, tanıklık" falan diye düzeltiyor, ama nafile. Çünkü yazar arkadaşımız başka bir yazısında aynı tezleri tekrar ediyor: "Filmin en önemli özelliği kurmaca ile belgeselin karışmış olması. Yönetmenler herkesi kendi doğal halleri üzerinden betimliyor. Öğretmeni canlandıran Emre Aydın gerçekten köye gelen bir öğretmen."
Neresi kurmaca, neresi belgesel
Filmle ilgili o kadar çok yazı çıktı ki, hepsini taramak zor. Ama şu yukarıda alıntıladığımız kadarı bile, filmi bir yere oturtma konusunda ciddi bir kafa karışıklığını dışa vuruyor. Samimiyetle istiyorum ki, "2D1B"un belgesel-kurmaca karışımı olduğunu düşünenlerden biri bana anlatsın: Bu filmin hangi kısımları kurmaca, neresinden ötesi belgesel? Size "belgesel değil" gibi gelen kısımları nelerdir? Yönetmenler acaba diyalogları mı yazıp okutmuşlar 'oyuncu'larına? Hiç birine şöyle yap böyle yap demişler midir? (Kaldı ki, belgeselde gerekirse onu da diyebilirler.) Peki film bir sette mi çekilmiş? Hiç biri değil. Yoksa belgeselin bitip kurmacanın başladığı sanılan yer, kurgunun başladığı yer mi acaba? İyi de ister belgesel, ister animasyon, ister kurmaca olsun, kurgu zaten her tür sinemasal anlatımın temeli değil midir?
Yüzde yüz belgesel
Şu cümleyi, büyük şairin "Sevdalınız komünisttir!" feryadına yakın bir tonda bağırmak istiyorum: "2D1B", nereden bakarsanız bakın yüzde 100 belgesel bir filmdir, arkadaşlar! Bu memlekette daha önce benzerini pek göremediğimiz türden bir belgeseldir, evet; ama dünyada belgesel deyince anlaşılan şey tam da budur. Hatta bu filmin biçim olarak geleneksel olduğu bile söylenebilir. 'Bildiğimiz belgesellere benzemeyen' öyle deneysel/kişisel filmler var ki (bkz. Agnès Varda'nın son filmi "Agnès'in Plajları", bkz. Michael Moore'un tüm filmleri), onlara belgesel demekte kimse tereddüt etmiyor.
Böyle nitelendirilmek de o filmlerin değerini zerre düşürmüyor. Kısacası, Türkiye'de habire hor görülen, bin bir meşakkatle ayakta duran belgesel sektöründeki kabuk değişiminin en güzel göstergelerinden biridir "2D1B" ve Türkiye belgesel tarihine, türün dünyadaki birikiminin düzeyini yakalamış, ilk kez böylesi bir ilgiye mazhar olmuş nadide bir örnek olarak geçecektir.
Özgür Doğan ve Orhan Eskiköy, her iyi belgeselcinin yapacağı gibi, anlatmak istedikleri çarpıcı bir konu seçmiş, o dünyalara aşina oldukları için çekecekleri öykünün temellerini kafalarında önceden kurmuş, ona uygun ("tipleme" değil ama) karakterler ve mekan aramış, bulduktan sonra da kamerayı doğru yerlere koyup orada yaşanan gerçekliğe tanıklık etmiş, üstelik bunu 9 ay boyunca o köye defalarca giderek yapmışlar. (Bir düşünün, hangi kurmaca filmin çekimleri bu kadar uzun sürebilir?) Ardından bu çekimleri çok iyi bir kurguyla hikayeleştirmişler... Ve ortaya muhteşem bir belgesel çıkmış. Bu filmin "adeta kurmaca" gibi bir duygu vermesi, onun iyi bir belgesel olduğunu gösterir yalnızca.
Dünya festivalleri çoktan alıştı
Diyeceksiniz ki, ona belgesel dense ne olur, denmese ne olur! Tam da öyle; sonuçta ortada herkesi sarıp sarmalayan bir film var... "Film" deyip geçiverin, ona da razıyız. Ama buna "yarı-kurmaca" demek, karakterlerini oyuncu olarak görmek, sadece filme ve potansiyel seyircisine değil, yansıttığı gerçekliğe de haksızlık olur. Filmin içeriğini zedeleyecek kadar büyük bir haksızlık...
İşin garip tarafı, Antalya'da ödül alıp gösterime girene kadar "2D1B"un belgesel olduğundan kimsenin kuşkusu yoktu. Yurtdışında film hakkında çıkan yazıların hiçbirinde de böyle bir tereddüte rastlamadım. Kaldı ki, iki önemli belgesel fonundan destek alınarak (IDFA'ya bağlı Jan Vrijman ile Sundance Belgesel Fonu), ünlü belgesel yapımcısı Pieter Van Huystee'in ortaklığında gerçekleştirilmiş ve dünya prömiyerini dünyanın en bilinen belgesel festivalinde yapmış bir filmden bahsediyoruz.
Tam da Antalya'da ödül aldığı gece, bir başka festivalde "En İyi Ortadoğu Belgeseli" unvanını kazanmış, ondan bir süre önce Romanya'da bir başka belgesel yarışmasında birinci seçilmiş bir film, söz konusu olan.
"2D1B", Adana Altın Koza'da yarışma bölümüne seçildiğinde, bilenler hatırlar, Yeşilçam'dan kimi yapımcılar "Bir belgeselin orada işi ne?" diyerek kazan kaldırmıştı. Kim bilir, belki de bizim sinema yazarı ve muhabir arkadaşların kafasını karıştıran, ilk kez bir belgeselin Adana ve Antalya'da kurmacalarla aynı kulvarda yarışmasıydı... Dünya festivalleri buna çoktan alıştı, biz de alışacağız herhalde.
Elbetteki böylesine önemli bir film, içeriğiyle tartışılmayı çok daha fazla hak ediyor; nitekim anadille ilgili hayati bir tartışmayı tetiklemeyi başardı. Fakat filmin biçimi ile ilgili yaratılan vahim yanılsamalara da birilerinin değinmesi gerekiyordu. Bu sevimsiz iş bana düştü; hem de iğneyi kendi arkadaşlarıma batırmak pahasına...
İzninizle, yine aylar önce yazılmış kendi satırlarımdan alıntı yaparak bitireceğim: "Son Adana Altın Koza Film Festivali, sinemamızda bir tabunun kırılmasına vesile oldu. Öyle böyle değil, sahiden devrim gibi bir şey: Yarışma bölümüne kabul edilmesi yapımcılarımızı hayli huzursuz eden "İki Dil Bir Bavul", sadece yarışmakla kalmadı, öteki filmlere fark atarak festivalin en büyük ödüllerine de ortak oluverdi. Bir belgeselin kurmaca filmlerle aynı terazide tartılmasına kuvvetle karşı çıkan sinemacıların korktuğu bu muydu, kestirmek zor; ama iki genç belgeselcinin üç yılını vererek tamamladığı, izleyen herkesin gönlünü kazanan bir film, durması gereken yerde durmadı ve kurmaca filmlerin klimalı VIP salonuna dalıverdi işte."
Dileğim ve bu yazıdaki meramım, bu harikulade filmin VIP salonunda tebdil-i kıyafet değil kendi kimliğiyle göğsünü gere gere dolaşabilmesi... Sadece özgüvenini değil, bu tür ayrımların sinemada çok bir şey ifade etmediğini de kanıtlamak için. Ayrıca "iyi film"in tür falan tanımadığını cümle aleme göstermek için. Filme içtenlikli ve fazlasıyla hakedilmiş övgüler düzen yazar arkadaşlara, Zülküf'ün şöyle seslendiğini (Kürtçe olarak tabii) hayal edebiliyorum: "Lütfen beni olduğum gibi sev; oyuncu olarak değil, hatta Zülküf olarak da değil, Zilkif olarak!" (NS/TK)
(1) Yeni Film, sayı 18,Ekim-Aralık 2009
(2) Taraf-Pazar, 25 Ekim 2009, "İki Dil Bir Bavul Arasında".