“Gönül Dağı”, “Mühür Gözlüm”, “Neredesin Sen” gibi herkesin yüreğine seslenen türküleriyle tanıdık onu. Çileli bir yaşamı vardı; çocukluğundan beri içinde olduğu oradan oraya göç edip “düğün” çalarak geçimini sağlayan abdallık geleneğinden geliyordu. Bu geleneğin son büyük temsilcisiydi o; Yaşar Kemal’in deyişiyle bozkırın tezenesi: Neşet Ertaş…
İyi bir bağlama üstâdıydı; türküleri yaşadıkları, yaşadıkları türküleriydi. Doğup (1948) büyüdüğü Kırşehir’den zorlu bir yolculukla İstanbul’a göçecek ve daha sonra yeni adresi olan Ankara’da bir kız sevecekti, Leylâ diye…
İşte bu 10 yıllık evliliğinin ardından yazacaktı, dillere pelesenk olan türkülerini; “Hata Benim Günah Benim”, “Kendim Ettim Kendim Buldum”, “Evvelim Sen Oldun” ve “Yazımı Kışa Çevirdin Leylâm”...
İlk müzik eğitimini babası Muharrem Ertaş’tan alacaktı Neşet Ertaş. Çocukluğunda babasıyla “düğün” çalmak için çıktığı köy gezilerinde hem babasını izleyerek/duyarak saz çalma stilini öğrenmiş hem de Anadolu insanını tanıma fırsatı bulmuştu. Bundan itkiyle bu dünyadan göçmeden önce demişti ki “Nerede bir türkü söyleyen görürsen, korkma! Yanına otur, çünkü kötü insanların türküleri yoktur.”
Babasıyla kendini aynı ruhun insanı olarak gören Ertaş, 15 yaşındayken ilk plağını da babasının “Neden Garip Garip Ötersin Bülbül” türküsü üzerine çıkarmıştı.
Yaşadığımız coğrafyada pek çok türküye imza attı, plak kayıtları yaptı, konserler verdi. Ancak rahatsızlanması üzerine bir süre saz çalamadı. Yoksul günleri başlayacak olan Ertaş, yine göç edecekti; bu kez kardeşinin yanına, Almanya’ya…
Neşet Ertaş orada yaşam kavgası verirken Türkiye’de ondan habersiz türküleri söylenmeye, türkülerinden korsan kasetler yapılmaya başlanmıştı bile. Ünü gittikçe yayılıyordu. Herkes üzerinde farklı farklı fotoğraflar bulunan kasetlerin içindeki sesin sahibini arıyordu.
1978 yılında Almanya gitmesinin üzerinden tam 22 yıl geçtikten sonra Neşet Ertaş Türkiye’ye döndü. Yediden yetmişe geniş bir hayran kitlesi vardı karşısında. Dilde dile geziyordu artık türküleri.
Büyük ozanın bağlama tekniği ve türküleri konservatuvarlarda okutulmaya başlanacak, hakkında kitaplar yazılacak, belgeseller çekilecek, “yaşayan insan hazinesi” kabul edilecekti.
2011’de ise Ertaş’a İstanbul Teknik Üniversitesi tarafından da “fahri doktora” ödülü verilmişti.
İnsanların ona gösterdiği ilgiden güç alıyordu halk ozanı.
Bir gün kendisine “devlet sanatçısı” unvanı verilmesi için özel bir kararname hazırlandığından haberdar oldu. Süleyman Demirel’in başbakan olduğu dönemdi: “Devlet sanatçılığı bana teklif edildi. Ben, ‘hepimiz bu devletin sanatçısıyız, ayrıca bir devlet sanatçısı sıfatı bana ayrımcılık geliyor’ diyerek teklifi kabul etmedim. Ben halkın sanatçısı olarak kalırsam benim için en büyük mutluluk bu. Şimdiye kadar devletten bir kuruş almadım.”
İşiyle gücüyle, sanatıyla türküleriyle mütevazı bir yaşamdı onunki...
Yorulup gitmeden evvel iki şeyden sitemi vardı. Birincisi devlet televizyonu TRT kapılarının onun gibilere tam olarak açık olmamasıydı. Bundan dolayı şov programlarına çıkmak zorunda bırakıldıklarını söylemişti:
“Bizim vergilerimizle yayın yapan TRT, benim gibi sanatçıları sadece bir programda konuk etmekle kalmamalı, devamlı bir program vermeli. Sazı ve sözü dinlenir ozanlar o programda dönüşümlü olarak yer alırsa, bu sayede sesleri yeni nesillere direkt ulaşabilir. Bu nedenle TRT’den şikâyetçiyim, hayatımda çok isteyip dolmayan şey budur herhalde.”
Ustayı üzen diğer şey ise rahatsızlandığı günlerde medyada çıkan “öldü” haberleri olmuştu. Reklam alma derdinde “tık”lanma peşinde koşan “medya”sıyla, aldığı haberi doğrulama gereği duymayan sorumsuz sosyal medya kullanıcısıyla kolayca spekülasyon yaratılabiliyordu.
Yaşamına devam ettiği İzmir’de 25 Eylül 2012’de göç edene kadar ücretsiz verdiği konserlerde halkla buluştu bozkırın tezenesi.
Daima halkın sanatçısı oldu. Çalıp söyledikleriyle gönül telimizi titretti.
Rivayet odur ki Ertaş, “Öldü demeyin, ‘yoruldu gitti’ deyin” demişti.
Bu dünyadan yorulup gidişinin 5. yıldönümünde Neşet Ertaş’ı türküleri ve dünyaya kattığı güzelliklerle anıyoruz. (SE/HK)