Kamu yöneticileri uzun zamandır, kamunun ne kadar işe yaramaz olduğuna halkı ikna etmek için mesai harcıyor. Bu durumu kanıksayanlar var, umursamayanlar var, üzerine düşünmekten vazgeçenler var ve tabii bizim gibi alışmayan ve aklına mukayyet olmaya çalışanlar da var.
Zamane kamu yöneticileri sunmakla yükümlü oldukları hizmetleri “daha verimli ve maliyet etkin” bir yöntemle şirketlerin çok daha iyi yapabileceğini söylemek için bütçeden maaş alıyor. Buna önceleri “yönetişim” diyorlardı, şimdilerde kamu özel işbirliği diyorlar.
İşin özü kamu yöneticisinin “işi”, görevini yapmaktan vazgeçip bunu şirkete devretmek ve vatandaşı da kendine göre seçtiği şirketin müşterisi yapmaktan ibaret.
İnsan hakları savunucuları bunu “vatandaşlığın devalüe olması” olarak niteliyor.
Türkçesi, devlet şirketlerin değnekçisi oldu.
Bir yandan da devletler arasında salgına dönüşen özelleştirmenin yarattığı yıkım artık gizlenemez boyutta. Kamu hizmetinin özelleştirilmesinin bir insan hakları sorunu olduğu daha yüksek sesle söylenmeye başlandı. Yani insan hakları alanında “kuşak sorunu” ortadan kalkmak üzere…
Bu gelişmelerin üzerine İnsan Hakları Okulu’nda Dr. Ahmet Murat Aytaç’tan İnsan Hakları Kuramı, Feray Salman’dan İnsan Hakları ve Savunuculuk derslerini alıp hakların bir bütün olduğunu iyice öğrenmişken yazılı sınav sorusu olabilecek bir rapor çıktı.
Birleşmiş Milletler (BM) Yoksulluk ve İnsan Hakları Özel Raportörü Prof. Philip Alston, kamu hizmetlerinin özelleştirilmesinin temel insan haklarını ihlal ettiğini söyledi. Dünya Bankası, IMF ve hatta BM’nin de bu süreçte “suç ortağı” olduğunu da açıklıkla ortaya koydu. Devletlerin kamu hizmetini sunmak ve hakları korumak konusundaki yükümlülüklerini, verimlilik adı altında özel şirketlere devrederek sorumluluktan kurtulamayacağının altını çizdi.
Özelleştirme savunucularının maliyeti azaltmak ve kaynakları verimli kullanmak bahanesiyle teknik analizler sunduğunu belirten Alston, “…aslında kamu mallarını, kamusal alanları, merhameti ve iyi bir toplum için gerekli olan bir dizi diğer değerleri devalüe eden bir yönetişim ideolojisi haline geldi” dedi.
Özelleştirmenin doğası gereği yarattığı sonuçları şöyle sıraladı:
“Hak sahipleri, müşterilere dönüştürülür ve yoksul, muhtaç veya sorunlu olanlar marjinalleştirilir veya dışlanır. Özelleştirme anlaşmaları, hizmet sunumuna ve yoksullarına etkilerinin sürekli olarak izlenmesine ve insan hakları kriterlerine yönelik hükümleri nadiren içerir. Devletlerin şirketlerle kurduğu bu ilişki vatandaşlık ilişkisini değersizleştirir”.
Devletlerin özelleştirmelerde sınırlarının kalmadığını söyleyen Alston sistemin ruhunu şöyle özetliyor:
“Dünyanın dört bir yanındaki kamu kurum ve kuruluşları, ceza adaleti sistemlerinin ve cezaevlerinin kâr elde edilebilir kilit önemdeki bölümleri şirketlerin eline geçti. Eğitim önceliklerini ve yaklaşımları belirleme, sağlık müdahaleleri ve sosyal korumayı kimin alacağına karar verme ve hangi altyapının nerede ve kimin için inşa edileceğini seçme yetkisinin şirketler tarafından ele geçirilmesi bu hizmetlere en çok ihtiyaç duyanlar için acımasız sonuçlar doğurur. Sosyal korumanın özelleştirilmesi, genellikle, müşteri başına harcanan süreyi en aza indirmeyi, vakaları daha erken kapatmayı, mümkünse ödemler üretmeyi ve olanakları iyi olanlara daha az, kaynakları kısıtlı olanlara hiç hizmet vermemeyi amaçlayan ekonomik verimlilik endişelerine odaklanmaktadır. Özelleştirmeyle yaratılan dalgaların ardından bir tsunaminin geldiği bugün artık gerçek bir risktir”.
Alston, insan hakları savunucularını özelleştirmelerin sonuçlarını görmezden gelmeye son vermeye ve yaklaşımlarını radikal biçimde gözden geçirmeye davet ediyor. (ÖE/HK)
* Fotoğraf: Philip Alston - BM