uzaktan gelen bir eski medeniyet
yolunu mu şaşırmıştı ne
bana yaklaşıyordu
sırtında da İsa
etrafımdakiler put kesilmişti
ağızları bir karış açık
“bu doğaüstü”ne bakıyorlardı
hiç dururmuyum
tahammülsüz atıldım:
dedim, halooo, bre!
n’oluyoruz
bunca asır sonra
ne işin var aramızda?
işte...
böyle dillendi, dilsiz İsa:
duydum ki, Karadutum benim;
dünya kaos içindeymiş
insan perperişanmış
sefilmiş
mantığı da aylakmış
fırsat bulmuşken, bi uğrayayım;
kendi gözlerimle göreyim, dedim, dedi.
o konuşurken,
uzun uzun baktım
kızıl saçlarına
sakalına
ve çatlak dudaklarından ayıramadım gözlerimi
- bu yakışıklı hala mı susuz, dedim -
dedim ki ona:
şaşırdın mı, Sir?
o duydukların biraz da senin eserin değil mi?
madem buraya kadar geldin
harbi ol ve neden mıhlandığını anlat bana.
sahi
şu ellerin
şu canın
çarmıhta acıdı mı çok?
önüne baktı bir kaç saniye...
-çaktırmadan ellerini inceledim
gördüm ki avuç içleri delik hala...
hayır, büyütülecek mesele değil, dedi
ve derin bir iç çekerek devam etti:
öyle çok susadım ki, çarmıha gerildiğim o ilk gün;
unuttum ellerimi, ayaklarımı,
güneşin harını...
ama...içimden Nil’ geçti
hala yaşıyor olmam, sırf bundan, dedi.
ve ardından, göğe baktı (adeta göz kırptı)
birdenbire
bulutların arasından
bir uzay gemisi indi başımızın üstüne
gümüş renginde ve sessizdi.
yine ansızın alevlendi kızıl göbeği
alevlerin arasından yağmur boşaldı sicim gibi
yağmur değil bu
nükleer yağıyor, çığlıkları yükseldi.
neredendi
kimdendi bu çığlıklar
mekanı
yüzü yoktu çığlıkların…
oysa Muson yağmuruydu üstümüze yağan
ben sırılsıklam ıslanırken
İşa’nın o çıplak
o kaslı vücudu kupkuruydu
bana göre, bu büyük bir haksızlıktı...
düşünün bi, düşünün!
ben ve İsa
yağmurun bağrında...
yağmur dağ taş demeden sürükledi bizi
ama sadece dört nefeste sürükledi.
ve "dost dost" diye sesler yükseldi
kimlerin sesiydi
yoksa, İsa’mıydı senfoninin sahibi…
ve derken
kara deliğin çatısına ulaştık.
o çatı meğer, beyaz bir balinanın sırtıydı.
oturdu İsa üstüne
beni de kuş tüyü gibi, omzunda yükseltti
kıta kıta dolaştık böylece
-kaç zaman tuttuğunu sormayın bana-
hiçbir insan silüetiyle karşılaşmadım
sadece binbir türlü kuş uçuyordu havada.
ah o kuşların senfonisi
hiç duymamıştım önceleri
ve ağaçlar
ve ırmaklar rengarenkti
ve kendi sevişken dansındaydı
işte, cennet bu, dedi İsa.
tuttu iki elimi usulca...
şimdi soruyorum sana, Kara Dut:
kalır mısın benimle, dedi.
ürperdim, çok ürperdim.
sanırsam dilim de tutuldu
ve kalbim... çırpınıp durdu.
Anlayacağınız,
konuşamadım.
istesem de, bir türlü konuşamadım…
ellerim
onun delikli ellerindeydi
tutunca ellerimi
yeniden kanamaya başladı elleri
eğilip baktım ellerime
ellerim, İsa’nın elleriydi...
tüh!
keşke uyanmasaydım...
(HK/AS)