50 kuşağının en önemli edebiyatçılarından Ferit Edgü’yü bugün uğurluyoruz. Teşvikiye Camii’ndeki öğle namazının ardından Aşiyan Mezarlığı’na yerleşecek, sonrasında da saat 15.00’da Botter Apartmanı’nda anılacak.
Aşiyan’da çok sevdiği Tezer Özlü ile mektuplaşmaya devam edebilir. Yakın dostu Orhan Duru da orada, Boğaz’a karşı iki kadeh çarpıştırırlar artık.
Komet, Onat Kutlar, Aziz Çalışlar, Demirtaş Ceyhun, Edip Cansever, Turgut Uyar, Özdemir Asaf, Orhan Veli, Orhan Taylan da orada. Daha nice sanatçı var Aşiyan’da. Birbirlerine komşu olduklarında buluşuyorlar mı acaba? İnsan hayal kurmak istiyor, bir araya geldiklerinde neler konuşup neler anlatabileceklerini dinleyebilmek.
Kopmayan bir dostluk
Ferit Edgü’yü babam Demir Özlü’nün en yakın arkadaşlarından biri olarak tanıdım. Dostlukları 65 yılı aşkın sürdü. İki yıl önce şubat ayında babamı 87 yaşında, şimdi de Ferit Abi’yi 88 yaşında yolculadık.
Biri 17, diğeri 18 yaşındayken lisede öğrendikleri Fransızcalarını geliştirmek üzere Fransız Konsolosluğu’nda gittikleri bir dil kursunda tanışmış ve bir daha kopmayan bir arkadaşlıkları olmuştu.
“Ne yarım yüzyılı, atmış beş yılı aşan bir zaman parçası boyunca. Şeyi de bilmiyorlar. Bunca yıl yaşayacaklarını. Her ikisi de erken yaşta öleceğini zannediyor. Belki de bu yüzden elden geldiği kadar çok okuyorlar.”
Bu cümleleri Demir Özlü-Ferit Edgü mektuplarından oluşan “Özyurdunda Yabancı Olmak” (Sel Yayıncılık, 2017) kitabının, Demir Özlü’nün “üçüncü bir göz gibi” yazdığı önsözünden aldım. Kitapta 1962-2008 yılları arasında birbirlerine yazdıkları mektuplar var, ayrı düştüklerinde aradaki mesafeyi kapatmak için. Babamı yitirdiğimde Ferit Abi’nin de ne kadar eksildiği düşmüştü içime. Aslında ikisi de çok daha uzun yaşamak istemiyor, bunu bazen şaka yollu, bazen çok ciddi yakınlarına en çok da birbirlerine söylüyorlardı.
Onlar hep birbirleriyle düşüncelerini paylaşmak isterlerdi. Ferit Edgü, eve telefon açtığında “Ayda, Demir’i verir misin?” derdi. Ne bir “merhaba”, ne bir “nasılsın”. Boşa kaybedecek anları yoktu.
Tezer Özlü ve Erden Kıral’ın evinde, Ferit Edgü’nün “O” romanını, tüm ekip Onat Kutlar ile birlikte senaryolaştırırken de Edgü’nün sohbetten çok iş odaklı olduğunu gözlemlemiştim. “O” romanının filmi “Hakkari’de Bir Mevsim” oldu. Bu film, Türkiye sinemasının da Erden Kıral sinemasının da yapı taşlarından birini oluşturdu.
Türkiye İşçi Partisi’nden atılmak
Ferit Edgü’nün ardından, özyurdunda yabancı olan bu iki aydının marksizme inandıkları, toplumsal mücadelenin içinde yer almak istedikleri, yirmili yaşlarının son yıllarında Demir Özlü’nün yaşadığı, Ferit Edgü’nün de arkadaşları adına çok üzüldüğü, parti mücadelesi ve hayal kırıklığını anlatmak istiyorum. Ferit Edgü, 1959 yılından 1964 yılına dek Paris’te seramik eğitimi aldığı için henüz Türkiye İşçi Partisi’ne (TİP) üye olamamış, gelişmeleri heyecanla takip etmekteydi. Sosyalizmin temsilcisi olarak gördüğü bu partiyle ilgili gelişmeleri arkadaşlarının mektuplarından izliyordu.
Türkiye’de pek çok aydın büyük bir heyecanla 1963 yılında TİP’e üye olmuş, 1964 yılında da partinin birinci kongresiyle birlikte partiden uzaklaştırılmışlardı. 68, 78 kuşaklarıyla Demir Özlü’nün hep yakın teması oldu. Ama toplumsal mücadeleye bakış açısı yüreklendirici ya da umutlu değildi. Hüzünlüydü, “keşke birileri başarabilse, ama umutsuzum” düşüncesi mimiklerinden hemen anlaşılırdı. “Biz inandık, heyecanla denedik ve ağzımızın payını aldık” gibi bir tavrı vardı. Partilere hiç inanmıyordu. Benim de mücadele edebileceğim bir partim olamayacağına üzülürdü. TİP macerasını sorduğumda “bir tüzük tartışması nedeniyle bitti” der ve politikayı daha küresel düzeyde konuşmayı yeğlerdi. Ben de bu TİP’ten uzaklaştırılış hikayesini meraklı bir gazeteci olmama rağmen hiç araştırmadım. Belki de babamın umutsuzluğuna kapılmak istemedim.
Geçen hafta Gün Zileli’nin “1960-70 Romanlarında Toplumsal Mücadele” (Cinius Yayınları, 2022) kitabını okudum. Zileli, altı yazarın (Demir Özlü, Oya Baydar, Pınar Kür, Mahir Öztaş, Muzaffer Oruçoğlu ve Vedat Türkali) romanlarını dönemlerinin toplumsal mücadele ruhu açısından ele alıyor. Ve çoğunu okuduğumuz romanlara bakış açımızı yeniliyor. İşte bu kitabın Demir Özlü bölümünde TİP meselesi tüm ayrıntılarıyla açığa kavuştu. Bu bölümü Zileli’nin kitabından olduğu gibi alıntılayarak paylaşmak isterim:
“TİP yönetimi tarafından alelacele ihraç edilmelerinin ya da istifa etmek zorunda bırakılmalarının nedeni nedir?
Bu olaya ilişkin en ayrıntılı açıklamayı Doğan Özgüden’in Vatansız Gazeteci*1 (İnfo-Türk 2010) kitabının 327-334 sayfalarında buldum. Oradan öğrendiklerimi özetleyecek olursam 9-10 Şubat 1964’te İzmir’de TİP’in 1.Büyük Kongresi gerçekleşir. Kongrede tüzüğün 53. maddesine binaen 'çift sandık' uygulaması yapılır. Çift sandık uygulaması 'işçi' üyelerle 'işçi olmayan' üyelerin ayrı sandıklarda 'işçi' ve 'işçi olmayan' adayları ayrı ayrı seçmeleridir. Bu uygulama sonucunda partinin birçok kalburüstü entelektüel adayı elenir. Bunun üzerine aralarında İsmet Sungurbey, Doğan Özgüden (ki bu ikisi GYK’ye seçilmişlerdir) Fethi Naci, Demir Özlü, Edip Cansever, Ali Yaşar, Şükran Kurdakul, Muzaffer Buyrukçu, Turgut Kazan, Veysi Sarısözen gibi sanatçı, eleştirmen, şair, gazeteci ve yazarların bulunduğu 20 kadar parti üyesi, Kongre’nin çift sandık uygulaması olmadan yeniden yapılmasını talep eden bir dilekçe verirler. TİP Genel Yönetim Kurulu bu talebi reddettiği gibi, tutumlarında ısrar eden 11 üyeyi Yüksek Haysiyet Divanı’na verir. İsmet Sungurbey ve Demir Özlü, savunma vermeyi reddederek partiden istifa ederler. Diğer 9 üye partiden ihraç edilir. Parti yönetiminin bu kararı almasında etkili olan grup Behice Boran, Nevzat Hatko ve Nihat Sargın’dan oluşmaktadır.”
Demir Özlü, 7 Nisan 1964’te Ferit Edgü’ye yazdığı bir mektupta durumu şöyle özetler:
“(Fethi) Naci’de İşçi Partisi ile ilgili şeyleri duymuş olman çok iyi. Biz partide muhalefete düştük. Geri, aktivist olmayan bir klik, büyükşehir sarı sendikalarıyla el ele verip yönetici oldu. Biz istediğimiz ahlakı, anlayışı kabul ettirebilmek için savaşacağız. Onlar özgürlüklerin kısıtlı olmasından yararlanan, önceden hazırlıklı kişiler. Biz hem özgürlükler için savaşacağız, hem özgürlükler artınca onları yere vuracağız. Gene o anlayış kazanır belki. Ama savaşmış olacağız. Savaşmış olduktan sonra, gene toplum önünde konuşmak zorunda kalırsak, bunun sarstığı bir şeyler olur.”
İki genç aydının toplumsal mücadele içinde yer alma arzusu yavaş yavaş sönümlenir. Bundan sonra hayatları daha çok okuma, daha çok sanata yönelme ve düşüncelerini durmaksızın birbirlerine aktarmayla sürer.
Babamın sevgili dostu, güle güle.
(AÖÇ/VC)