Avrupa Günü, her sene olduğu gibi 9 Mayıs’ta kutlandı. Bu esnada her yıl yayımlanan Demokrasi Algısı Endeksi[1], dünya kamuoyu ile paylaşıldı.
Endekste 47. sıradaki Türkiye'yi sırasıyla İran, Endonezya, Macaristan, Yunanistan, Peru ve Venezuela izliyor. Her beş kişiden üçünün, ülkesinde yeterince demokrasi olmadığını düşündüğünü gördüğümüz bu ankette Türkiye "demokrasi açığının" en yüksek olduğu ülkeler arasında. Bu kadar derinleşen açlıklarımıza bir de demokrasi açlığı eklendi.
“Millet aç, aç” diye önemsemediğimiz kavramsal, anlamsal, yönetişimsel demokrasi açlığı, bugün her bakımdan derinleşen açlığın nedeni olabilir mi?
Peki demokratikleşme serüvenimizin murad edilen seviyeye gelmemesini nasıl anlamalıyız? Gülhane Hatt-ı Hümayun'dan yana istikameti “Batı” olan bir ülkenin/toplumun bu açlığı “kader”e dönüşmüş olmasın? “Demokrasi, zaten imparatorluk bakiyesi bu topraklara uygun değil, zaten emperyalizm, bu coğrafyanın hiçbir zaman demokrasi ile tam bağımsızlığa kavuşmasını istemiyor” gibi açıklamaları, yeterince planlı, stratejik, rasyonel olamamak, olmak istememek gibi nedenleri de tartıştık durduk.
100. yılını müşahede ettiğimiz Cumhuriyet’in, -Sakallı Celal’in Doğuya giden geminin güvertesinde Batıya koşan insanlar metaforuyla anlatılan- tarihsel istikametine giderken hedeften uzaklaşmasının nedeni ne? Sorun, muasır medeniyetler seviyesindeki istikamette miydi yoksa bizim o istikametteki yolu yürümedeki isteksizliğimizde mi ya da bambaşka yerde, o sıklıkla ihmal ettiğimiz yöntemimizde miydi? “Vusülsüzlüğümüz, usülsüzlüğümüzdendir” sözü bu tür durumlar için söylenmiş olmasın?
Gelin önce bu sevgi-nefret ilişkisinde olduğumuz, hem örnek alıp hem yerden yere vurduğumuz, bizi kıskanan, bize rehber olan, bize yeterince destek vermeyen, kapılarını açan, kapatan bu Avrupa’nın nasıl doğduğuna bir bakalım.
9 Mayıs 1950'de Fransız Dışişleri Bakanı Robert Schuman, barışın kalıcı hâle gelmesi için bir kanun teklifi verir. "Schuman Bildirisi" adıyla da anılan bu teklif, bugün Avrupa Birliği (AB) olarak bildiğimiz kurumun temelini oluşturur.
Standartlar manzumesi olarak AB, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, “sınırda karbon salınımı” yasası ve başka pek çok kurum ve uygulaması ile sosyal, politik ve ekonomik bir örgünün uygar / çağcıl bir referansıdır.
Yasalar, kanunlar, standartlar hakkında uzun uzun konuşsak da Avrupa fikrinin bir simgesi haline gelmiş olan Avrupa Marşı, bu fikrin bizdeki imgesi ve duygusunu daha derinden işleyebilir. Hepimizin kulağının aşina olduğu Beethoven'un 9. Senfonisi ve şair/yazar/ filozof Schiller’in kaleme aldığı ‘An die Freude ‘Neşeye Övgü' (Ode to Joy) bölümü bu fikrin bir manifestosu niteliğindedir. Schiller, insanlığın kardeşlik ideali ile birlikte yaşayabileceğine inanır; aynı ideali paylaşan besteci, 9. Senfoni'sini, Schiller'den esinlenerek yazar ve bu eser 1972 yılında Avrupa Marşı olarak kabul edilir.
Böyle tüyleri diken diken eden bir coşku ve imrenme ile kurulan Avrupa fikrinin kutlandığı Avrupa Günü’nün bugün Türkiye ve dünya basınında çok az yer alarak kutlanması bize ne söylüyor?
“Batı medeniyeti çöküyor” lafını savunan kimilerine göre Avrupa öldü ya da ölüyor. Kimilerine göreyse hâlâ muasır medeniyetler seviyesinin temel belirleyicisi.
Avrupa'nın kerameti kendinden menkul bir kutsal-hümanizmi var diyenlere yanı başındaki Bosna Katliamı, 7 Ekim’deki Hamas saldırısının hemen arkasından Filistin’e yaptığı yardımı kesmesi ve gelen tepkiler nedeniyle geri adım atması, Türkiye ile yaptığı sığınmacıların iadesi ve plastik çöpleri gönderme anlaşmaları hatırlatılabilir. Burada kısaca anılan olayların aktörü bugünkü Avrupa, medeniyet, kutsal-hümanizm, demokrasi ve insan haklarının kıblesi olmayı hak etmiyor.
Diğer yandan AB çöküyor ya da ölmüş olsaydı bugün hâlâ kişi başına düşen ulusal gelir, sosyal haklar, eğitim, bilim-teknoloji için örnek gösterilmez/di.
Ayrıca burada, yani 185 yıldır istikameti Batı olan yurdumuzda her türden açlığa mahkum edilmiş gençlerimiz, daha iyi bir hayat için oraya gitmez, gitmenin yollarını aramazdı. Ülkemizin de yer aldığı coğrafyaların insanları, yoksulluktan ve savaştan canları pahasına varlarını yoklarını bırakıp gitmezlerdi.
Peki Türkiye ne ve nerede? Buna yanıt vermek için İstanbul merkezli iki büyük imparatorluğa (Bizans ve Osmanlı) ve miraslarına bakmak, tartışmada ufuk açıcı olabilir.
Hem iki imparatorluk hem de bunların günümüzdeki en büyük mirasçısı olan Türkiye’nin, beş bölgenin bileşkesi ya da kesişimi olduğu iddia edilebilir: Balkanlar, Kafkasya, Ortadoğu, Anadolu ve Akdeniz. Türkiye’yi bunlardan herhangi birine ve/veya ikisine indirgemek, onu eksiltmek ve/veya anlamamak anlamına gelir. Eksiltilerek yapılan değerlendirme, zorunlu olarak, yanlış sonuçlara götürecektir. Türkiye ne ve nerede o halde?
Türkiye’nin 1960’lardan beri süren AB ile ilişkileri etrafında pek çok tartışma yaşandı. 1990’larda tarafların yükselen motivasyonu, nihayetinde 10-11 Aralık 1999 Helsinki zirvesinde Türkiye’nin aday ülke ilan edilmesiyle onlarca yıldır çekilen patinajın sonuna gelindiği hissini oluşturdu. Ama işin rengi tez zamanda değişti. Üyelik müzakerelerinde 2016’dan beri açılmayan başlıklar göz önünde bulundurulursa, bu “birliktelik”in nereye evrileceği tam bir muamma.
Türkiye’nin coğrafi olarak nerede olduğu ya da olmadığı tartışmalarda sıklıkla konu edilir; sıkça anılan bir diğer noktaysa, sanki devletlerin dini olabilirmiş gibi, Türkiye’nin ‘müslüman’ bir ülke, AB’nin ise ‘hıristiyan’ olmasıdır. Oysa ne Avrupa sınırları belli coğrafi bir bölge ne de Avrupa, belli bir dinsel kimlik üzerine kurulu bir birlik.
Avrupa, dünyada, görece yükselen ve yönetilemez hâle gelen kapitalizmin buhranından azade değil. 1970’lerden bu yana yoksullaşan ortasınıf ve onun talepleri olan insan hakları, adil bölüşüm, sosyal devlet gibi idelerin, birliğe yön verme güçleri zayıflamakta.
O halde bugün, Schiller ve Beethoven gibi insanlığın ortak değerlerinde dile gelen idealleri nasıl canlı tutabiliriz? Türkiye, Sakallı Celal’in neredeyse 100 yıl önce söylediği sözü tersine çeviren bir ‘takım’ tarafından yönetilemezlikle yüzyüzeyken yeniden AB vizyonu nasıl gündeme alınabilir. Bugün, Türkçe basında 9 Mayıs Avrupa Günü, neredeyse yer almadı. Yeniden gündeme nasıl dahil edilebilir?
Barışçıl bir Avrupa için neler yapılabilir? Türkiye, ortaklıklar bakımından göreli ölçüde fiilen (de facto) AB’ye üye ama hukuken (de jure) müzake aşamasındadır. AB’nin resesyon, göçmenler, mülteciler, yükselen ırkçılık, popülizm, Brüksel bürokrasisi, kurulması planlanan ordu, Brexit ile gündemi oldukça yüklü; Türkiye’nin üyeliği üzerinden mevcut yapı, radikal ölçüde tartışmalara neden olmakta.
Türkiye, dört kimlik grubu ve bunların türevi siyasi hareketlerin görece diyalektiği içinde bir tür “içedönüklük” ikliminde yaşayarak gittikçe yoksullaşmakta, dünyadan, uluslararası hukuk metinlerinin standartlarından uzaklaşmakta. İktidarca ötekileştirilen muhalif seküler kitlenin bir politik talep olarak AB’yi başka biçimde gündeme taşıması, muhalefetin alternatif üretmedeki donukluğu da aşmasına olanak sağlayabilir.
Avrupa bir fikir, fikirden çok fikirler fikri yani standartlar manzumesi ya da çağcıl paradigma. Avrupa işlevsel bir standartlar bütünü. Ne yüksek değerler atfedilecek kadar kutsal bir olgu ne de “çöküyor, bitiyor, herkes mutsuz, intihar ve depresyonda” gibi yargıları doğruluyor.
Avrupa’nın ya da bu ülküye can veren AB’nin ne olduğuna dair çokça kurum ve yasaya referans verilebilir ama Neşeye Övgü’de dile gelen ruhun çağırdığı kardeşliğin barışçıl coşkusunun 9 Mayıs’ta hissedilmemesi, fikrin ya da idealin ferinin sönmesine değilse de cılızlaştığına işarettir.
Beethoven’in 9. Senfonisi’nin yerini Mozart’ın bitiremeden öldüğü son eseri Requem mi alacak? Bunu, gittikçe ağırlaşan ve ülkeleri aşıp bölgesel ve küresel hâle gelen sorunlarımızı nasıl ele alacağımız belirleyecek.
Unutmadan, demokrasi açlığı giderilmedikçe diğer açlık devam edecektir.
(MTB/EMK)
*Grave: Çok yavaş, ağır, içe dönük, cenaze, ağıt gibi müzikler için kullanılan bir tempus.
**Merkezi Kopenhag’da bulunan 2017 yılında eski NATO eski Genel Sekreteri Anders Fogh Rasmussen’in kurucusu olduğu Demokrasiler İttifakı’nca hazırlanan Demokrasi algısı endeksi 20 Şubat 15 Nisan 2024 tarihleri arasında 53 ülkeden yaklaşık 63 bin kişiyle yapılan görüşmelerin ardından yayınlandı.
***20. Yüzyılın önemli orkestra şeflerinden Herbert von Karajan tarafından, Avrupa Konseyi'nin talebi üzerine, solo piyano, nefesli çalgılar ve senfoni orkestraları için üç adet enstrümental düzenleme yazılır. 1985'de Milano'da yapılan zirvenin ardından 9 Mayıs, "Avrupa Günü" olarak ilan edilir. 1985'ten bu yana her 9 Mayıs, Avrupa Günü olarak kutlanır.