*Fotoğraf: Pexels.
Şiir üstüne konuşmak, yazmak, düşünmek biraz da kâhinlik yapmaktır kanımca. Okuduğumuz dizeler aynı yolun taşı olmasa da yolculuğumuza yoldaş, sırdaş olurlar.
Binlerce yıldır sürekli, durmadan yazılan, yazıldıkça değiştiren, hep etkileyici ve genç kalmayı da başaran şiirlerle sürer yolculuğumuz. Yolda gördüğümüz bulduğumuz anlamaya çalıştığımız nedir peki?
Bugün "profesyonel", "usta", "ermiş" şairlerin şiire katkılarından çok; genç yüreklerden yükselen henüz kirlenmemiş/kirletilmemiş, kaotik, içine ve mekânlara sığmayan, şiirde her türlü talim terbiye kurullarını hiçe sayan, ironi ve mizahın ince cilvesiyle "şaşırtan"ların şiirdeki varlığıdır.
Şiiri hizaya çekmek?!
Güya şiiri (aslında genç şairi) hizaya çekmek çabası içinde olanlar, şiiri ve şairi muhafazakârlaştırmak için çabalayanlar, her türlü fırıldaklığı kendinde hak görenler, pörsümüş abileri, ablaları ne yapacağız?
Unutanlar için kısa bir hatırlatma olsun: şiir dinamiktir, aşınmış/çürümüş kalıplarınıza, form ve normlarınıza sığdıramayacağınız kadar dinamik ve haraketlidir. Sizi önüne alıp denize döker! Neye direndiklerini anlamak zor.
O kadar çok dip dibeler ki kokularını ve korkularını örtmeye, saklama çabalarının gülünç oluşuna gülmek bile bize zûl! Tıpkı korona gibiler, sürekli mutasyona uğruyor ve dikiş patlatıyorlar.
Maskeler gevşedi yüzünüzde! Maskeler yüzünüzde durmuyor artık. Burun delikleriniz görünüyor!
Nasıl şiir okunur? Nasıl okunmalı? Oturarak mı okunmalı yoksa uzanarak mı? Okurken nelere dikkat edilmeli? Ağzımız doluyken okursak günaha girer miyiz?
Aman gözleriniz sağa sola kaymasın ha! diye yazılar yazıp, kitaplar çıkardılar. Bunun manası nedir? Bu bir usta şair nasihati midir? Üstenci bir bakış, didaktik bir sunum! Bunun cevabı; kibrin çıkmazlarında debelenmek.
Sözlerinin şerbetli olduğuna inanmaları. Yazdıklarından, çizdiklerinden, söylediklerinden, tavırlarından, ortaya saçtıklarından anlaşılan odur ki karikatürleşmekten de kurtulamayışlarının gerçeği de öyle duruyor.
Kültürel hegemonya çabaları
İktidar nasıl ki kültürel hegemonyasını kurmayı başaramadıysa; "şiir nasıl okunur?" "nasıl okunulmalı?" diyenler kendi sözde poetikalarını günümüz şiirine/okuruna ittirmeye çalışmaları.
Sermayenin kanatları altında aslana kaplana dönen küçük adamlar ve kadınlar, ünlü yayınevlerinin önlerinde çadır kuranlar; o kapılardan kovulunca, çadırları dağıtılıp, ret cevabıyla nasıl da kükreyen kedi kesildiklerine ne demeliyiz?
Bunlar tıpkı bugünün iktidar/ları gibi her an ortağını, yol arkadaşını satıp yerine işe yarar başkasını koyan yeni nesil Machiavellistler değiller mi?
Her türlü dümene sahipler, manevra performans kabiliyetleri yüksek olduğundan kişide baş dönmesi yaratabiliyor ve istemeden dökülüveriyorlar ortalığa.
"Ne şah ne de sultan"
İyi bir şiirle karşılaştıklarında, karşılarında direnenler baş gösterdikçe hırsla saç diplerine kadar morarıyorlar; o hırsı boyunlarında bir kolye gibi taşıdıklarının da bal gibi farkındalar, bakmayın siz üç maymunu oynadıklarına.
Yeniden, bir daha Ahmed Arif'in dizelerine sığınıp şöyle seslenelim:
- "Hükümdarlar, saldırganlar, haydutlar haraç salmışlar üstüme/ne İskender takmışım ne şah ne de sultan/göçüp gitmişler gölgesiz."
Yurtdışına kapağı atmaya çalışan, vize için kırk takla atmaya hazır; referans mektupları için aşındırdıkları kapılarda milliyetçiliklerini, muhafazakârlıklarını, ulu'sol'culuklarını arka ceplerine sıkıştırarak (d)ayılananlar mı ararsınız; Che'den alıntılar yaparak zulme karşı durduklarının süsünü verenleri mi? Yemezler!
Direniş, hak-hukuk, adalet ve özgürlükleri vicdan mastürbasyonuyla gidermeye çalıştıklarını görmüyor muyuz sanıyorlar?
Vize ve resmi evraklar için şair oldular, festivalci oldular, editör oldular, dergici oldular lakin zalime karşın dilsiz şeytana dönüşmekten ürkmediler, korkmadılar...
İşte bunlar her şeyi önce eline yüzüne sonra da gözünüzün içine baka baka size bulaştırırlar.
Taze eskilerden, köklerinde sadece kendi bencilliğinden beslenen örtülü örtüsüz desteklerle, şiirin tılsımından nasibini alamayanlar, edebiyat için olsa olsa çay arası olur, laf arası olur. Tıpkı eski gaz ocakları gibiler. En son bir harla yanıp bir anda tükenen.
Peki neyle çalışır bu ocak? Kimisininki din-iman-bayrak, kimisinin rakı, şiir, sanat sepet. Kimisinin Pera'daki dayısı.
Maksat dümen dönsün, yoksa aynı renk oldukları ortada.
Renklerden de lacivertti seçmişlerdi, yalan yok! Kendi şiir anlayışını dayatmaya çalışanlar, erillikleriyle kendi çukurlarını kazanlar, yeniye karşı çürük bir geleneğe can simidi gibi tutunanları zamanın adaletine, gerçek şiir okurunun ellerine teslim edip; kalbimizi dinlediğimiz, dinlendirdiğimiz insanların gerçeği de var, diyerek anmaya, hatıradaki iyiliğe sığınmaya devam edelim biz yine de...
Ve ne güzel söylemiş anarşist yoldaş şair Alejandro Finisterre*; "Ben gelişime inanıyorum; mutluluktan, barıştan, sevgi ve adaletten inşa edilmiş bir topluma olan isteğe ve bu isteğin bir gün gerçekleşeceğine inanıyorum!"
Uzun soluklar çizmek...
Elimde tutuğum fotoğrafta yüzünün yarısı karanlık diğer yarısı da aydınlıktı. Saçlarıyla kederli tarafını örtmüştü, güneşte uçları sararan ama hep esmer olan saçlarıyla. Sabrı, direnmeyi, sevgiyi, merhameti bir çocuk telaşıyla ve heyecanıyla gittiği tüm yerlere götürür yanına da öfkesini alırdı. Uzun parmaklarıyla uzun soluklar çizerdi buğulu camlara. Sesinden düşenler tüm yarım kalmış aşklara, sevdalara, özlemlere yuva ve sığınak.
Dicle'nin bin yıllardır taşıdığı umudu, hasreti, özgürlüğü kendinde saklayandı. Herkes gibi, her şey gibi o da çekip gitti. Uzaklara yoldaş olmaya... karlı ve yüksek dağları olan bir şehre.
Arkasında yarım ve yaralı sevmelerle baş başa bırakıp gitti. Gidenler bir daha döner mi bilinmez, ama bekleyenin buzdan bir cehennemde tutuştuğu aşikâr.
Sevgili İlkay Akkay'ın seslendirdiği ezginin sözleriyle bitirelim madem: "Gökyüzüne çizilmiş resimlere benzerdik/ Rüzgarın peşine takılan bir nefes gibiydik/ Kırdı dallarımızı fırtınalar boranlar/ Kaldı bahar çiçekleri üzerinde sevgimiz."
*https://meydan1.org/2017/06/05/langirtin-mucidi-anarsist-alejandro-finisterrein-hikayesi/
(ÇO/PT)