Sesimi duyuyor musunuz? Ben kendimi iyi duyuyorum şimdi! Lütfen, bırakın da bir nefes alayım önce... Peki...!
Ta başından beri, giden hep sen oldun!
Çoğu zaman sen önden giderdin, ben de arkandan gelirdim. Aslında biz, bir zincirin halkaları gibiydik. Kopamazdık. Kırılamazdık; yoksa zincir olmaktan çıkardık. İşlevimizi yitirir, anlamsızlaşırdık. Buna rağmen, gittin. Sevdin o gitmeleri nedense! Önceleri bilmiyordum bunu, anlamamıştım tabii. O zamanlar çok gençtik: yavaş yavaş, sancı çeke çeke öğrendim.
İtiraf etmeliyim ki seni tanımak bir hayli sancılı oldu, ama buna rağmen seni tanımaktan vazgeçemedim; çünkü sen, çok nezihtin, enteresandın, zekiydin, duyarlıydın, gizemliydin, meraklıydın; güzel bir insandın ve beni bir mıknatıs gibi kendine çekiyordun...
Seni, seninle yaşadıkça tanıdım; huylarını, reflekslerini, karakterini... Sen, bir ateş gibiydin ve kıvılcımlar saçıyordun etrafına. Oysa ben, yüzmek istiyordum. Bir madalyonun iki yüzü gibiydik. Bu zıtlıkları öğrendikçe de gülüşlerim azaldı. Kaşlarım çatıldı. Konuşan dillerim sustu. Gözlerimdeki ışık yerini anlamsız karartılara bıraktı. Uzun bir süre, hiç kurumadı göz tabanlarımdaki buğu...
Evet, sonuçta gitmenin yollarını gözleyen gözlerin, ele verdi kendini. Aslında belki de, gözlerin de ayakların gibi hep gitmek istiyordu da ben anlayamamıştım. Her neyse! Bir süre sonra, seni durduramayacağımı kanıksadığımda da, artık çok geç olmuştu: Önüne geçsem de; duvardan barikatlar da kursam, sen gidecektin. Aynen Sağmalcılar’ın duvarlarını aştığın gibi; Meriç’in buz gibi suyunu kulaçladığın gibi, gidecektin. Kalmak sana sıkıntı veriyordu çünkü. Hele hele uzun süreli kalmalar boğuyordu seni. Senin ruhun, gece ve gündüz gibiydi. Annen hep “yok yok, onun ruhu çabuk daralır” demişti, taa o zamanlar. Geç de olsa, kadıncağızın haklı olduğunu anlamıştım.
İşte, bu süreçte öğrendim dış kapımıza giden ayaklarını. O kapıya, hep gidip gidip gelen o ayaklar, dinazor ayaklarına dönüşmüştü gözümde. Basıldıkları yerde silinmez bir iz bıraktılar sonraları. Elimdeki paspas bile, işlevini yitirdi.
Dedim ya, böyle kavradım gitmelerin ne olduğunu; sen yavaş yavaş yol alırken, sesleri de yanında götürdün. Zamanla giderek kıtlaşan espriler, kahkahalar da tükenir oldu.
Hani musluğu tamir ederken, ya da ocakta fokur fokur kaynayan yemek eşliğinde, salata yaparken çaldığın ıslık da, duyulmaz oldu.
Hele sabahın sessizliğini bozan o gazete hışırtıları; kitapların sayfalarını çevirirken, sıkılgan ve düzenli melodi; sigarayı yakan çakmağın sesi ve arkadan hafiften duyulan klasik müziği, nasıl özlediğimi anlatmak isterdim sana. Gitti bütün bunlar, seninle birlikte gitti!
Issız bir mezarlığa dönüştü zaman, anlıyor musun beni? O zamanlar sancıyan yüreğimin çırpınışlarını anlatamadım, ne sana ne de bir başkasına. Zaten kimsecikler de yoktu anlatacak. Bu nedenle çığlıklarım da sessizdi, kollarım da kelepçelenmişti adeta.
Elalem bilemez elbette, ama ben defalarca denedim seni durdurmayı. Ağırbaşlı gözlerim, giderek kısılan sesim; beynimdeki her bir hücre, saçlarımın telleri, ellerim ve parmaklarım tanığımdır. Bana, “köprüleri sen attın” dediğinde bile sen gittin.
Yani sen, kendi kendinle çeliştin. Ne istediğinden emin değildin aslında. Kocaman gövdesi olan minicik bir çocuk gibiydin; için içine sığmıyordu sanki. Sanki, gitmeyi denememen halinde ileriki hayatında çok pişman olacakmışsın gibi bir halin vardı. Bu hallerini görmeye dayanamadığım için “git! Seni tutacak değilim”, dedim. Ve sen de gittin. Annesinin sözünü dinleyen bir çocuk gibi gittin. Oysa, birkaç saat öncesine kadar “sen benim her şeyimsin, bi’tanemsin” diyordun. Ne yazık ki, o sözlerdeki gizemi, düşlerimi ve uykularımı da alıp beraberinde götürdün. Mil boyu uzaklara gittin; aradaki mesafeyi uzattın. Böylece ulaşılmazlığını garantiye almış oldun.
Ruhun, kafese kapatılmak istemeyen vahşi bir panter gibiydi ve sen evcilleşmeye yatkın değildin. Halbuki bir karıncayı bile ayağınla ezmek istemeyecek kadar yufka yürekliydin. Onun için, “bitanem”i nasıl bırakabildiğini anlamakta güçlük çektim. Gocundum, öfkelendim ve inan ki, çok da özledim seni!
“İyi de, madem gittin, mutlu ol bari”, demiştim sana, hatırladın mı? Peki neden olamadın? O, Cohenvari sesin neden giderek boğuldu? Kendine özgüvenin büyüktü hani! Bana öyle geliyor ki sen dönmeyi düşündün; ancak doruklardaki gururundan dolayı cesaret edip söyleyemedin bir türlü.
Biliyorsun, taptığım bir Allah'ım yok benim. Olsaydı belki ben de ondan medet umardım ya da “kaderim buymuş” der otururdum yerimde. Anımsadın mı? Seninle hiç çelişmediğimiz alanlardan biriydi bu. Biz, kendimizi kandırmak yerine, somut olan, yaşanan, hissedilen ve görülene yöneldik. Bilime inandık. “Gerisi çok iyi kurgulanmış büyük bir uydurma. Uyutmak içindir bu dünyanın masum insanlarını”, derdin. (Aslında pek masum da sayılmazlar ya... Hani biraz çabalasa insan kardeşlerim, uyanacaklardır derin uykularından. Boş ver, bu konuya girmeyelim şimdi!)
Farkındaysan, nicedir inanç dünyası büyük bir zelzele geçiriyor. Kutuplaşmalar alabildiğince derinleşti. Bizim gibi suya, ateşe, havaya toprağa inananların dünyasını karartmaya çalışan ilkel zombiler, türemeye devam ediyor. Ne acı değil mi? Halbuki bu dört temel elementtir bu gezegeni yaşanır kılan; bize yaşam veren. Aksi halde, çölde balık avlayabilecegini uman zavallı insancıklar oluverirdik, öyle değil mi?
Evet, nerde kalmıştık? İşte, sonunda kavradım sensizliği. Biraz zaman aldı, ama sonuçta anladım. Tamam da, sana ait olanları da yanında götürseydin bari: Onları neden bıraktın? Her Allahın günü etrafımda dolandığını hissedeyim diye mi? Gerçi onları da alıp götürmen pek bir şey değiştirmeyecekti belki! Zira kokular yok edilemez; anılar, yaşananlar silinemez bellekten. Yanı, kara tahtadan beyaz tebeşiri siler gibi silemeyiz sevdiklerimizi yüreğimizden. Onları silmeye kalktığımızda belleğimize gömülmeleri daha da şiddetli ve derin olur. Dikenli güller gibidir o mekan. Çünkü beyin hücreleri gasp edilmiştir; hatta rehin alınmıştır sonsuza dek. Böyle olduğundan eminim işte!
Böyle “sitem ettiğime” göre, muhtemelen şikayetçi olduğumu düşünüyorsundur. Hayır, şikayet olsun diye değildir bu zırvalamalarım, tam tersine; bu deneyimler, tecrübeler beni geçmişimle özdeşleştirdi. Seni daha iyi anlamamı sağladı ve bizi “var” etti...
Unutma ki, bir tekne gibi hüznün orta yerine bırakıldığımda ve boğulmamak için çırpınırken ben, karada olmanın değerini daha iyi anlar oldum. Kıyıya doğru seyretmeye çalıştıkça tutulduğum dalgalar, gücüme güç katmıştır adeta. Paradoksal olan, kendimi, benliğimi tanıdım.
Şunu da bilmeni isterim: sana dair büyük beklentilerim vardı. Bunu inkar edemem: bu beklentileri, büyük bir umutla, sahip olduğumuz ütopyaya olan inancımdan ötürü, ödün vermeksizin taşıdım; çünkü geleceğe dair projelerimizi içeriyordu. Hiç vazgeçmediğimiz sloganlarımız vardı: barış, adalet, özgürlük, sevgi, halkların kardeşliği gibi. Seninle omuz omuza renklendirecektik hayatımızı; yoldaşça inşa edecektik bu idealleri; daha iyi yarınlar için... Ne yazık ki, sen gidince distopyaya dönüştü o güzelim düşlerimiz…
Şimdiye değin devinimlerim hiç eksilmedi. Kimi zaman çok yoruldum, ama rasyonel düşünmekten vazgeçmedim. Rotamın yönünün doğruluğuna olan inanç ile çektim kürekleri. Zaman zaman kan ter içinde kalmış olsam da, sensizliğe alıştım ve hatta, daha güçlüyüm şimdi. Başım da dik. Bilmeni isterim ki, daha iyi yarınlara olan umudumu da yitirmek niyetinde değilim. Zira, sevgiyi ve yaşamı anlatan; kutsanacak çok değerli miraslar bıraktın bana. Sevginin ve empatinin insan yaşamındaki mutlak gerekliliğine inandım hep. Bunu sen de iyi biliyorsun. Sensiz de olsam, o yolun yolcusu olmaya devam edeceğim; taviz vermeden yani.
Ve yine, bu yolculukta öğrendim ki - gördüğün gibi tek başıma öğrendiklerim de var - hayat denen şey ironi ve paradokslarla dolu. Kimine çok banal gelen olguların, bir başkasının hayatına mal olabileceğini de öğrenmiş oldum. İnsan olmak, bu naif gerçeği de anlamak olsa gerek, diyorum.
Umuyor ve diliyorum ki, beni bir şekilde duyabilirsin...
Evet, sahneden inmeliyim artık. Bu ışık da rahatsız ediyor: ah... göremiyorum yüzünüzü! Işık lütfen! Ha, işte böyle...! Teşekkür ederim, sağolun... Sağ ol... (HK/AS)