*Hans Weingartner'in "The Edukators" filminden bir sahne. Egitmenler, zenginlerin evlerine girip 'Varlıklı günleriniz sayılı' ve 'Çok fazla paranız var' uyarısı yaparlar.
"Banka soymak nedir ki banka kurmanın yanında!" Bertolt Brecht
Kullanım hakkı yerine "mülkiyet hakkı"nın yerleşik norm olduğu bir ekonomi politik sistemde, hırsızlığın bir tür sosyal adalet olduğuna inanırım. Böyle inanırım; çünkü asıl hırsızlık mülkiyettir. Mülkiyet yerine kullanım hakkı kavramı üzerine bir dünya inşa edebilsek ya da edebilseydik, sanırım, bambaşka bir hayatımız olurdu. İhtiyacın referans alındığı bir dünyada antroposen gibi bir sorunumuz da olmazdı. Bu da iki anlamıyla da farklı bir dünyada -doğa ile toplum- yaşamak imkanı verirdi. Bu argüman okuyuculara Proudhoncu bir argüman gibi gelebilir ancak bu yazıda son derece subjektif bir kanaatten ve idrakten bahsetmeyi tercih ediyorum.
Hırsızlık, pek çok sebeple dert edindiğim bir konu değil çünkü varlık nedeni mülkiyet. Oysa yolsuzluğun, usulsüzlüğün, görece sert bir ifade olmakla birlikte gaspın niteliği bambaşka. Bunların kavramsal anlamda ayrımlarının yapılması, varlık nedenlerinin açımlanması felsefece bir eylem. Kuramın eyleme içkinliğinin en yalın örneklerinden biri olarak düşünülebilir.
"Bir malı sahibinin izni ve haberi olmadan zorla alma" anlamına gelen gasp, Arapça ġṣb kökünden gelen ġaṣb غصب "zorla alma" ile açıklanır.
Hırsızlığın çapı büyüdükçe, mesela milyarlarca Dolar (USD) olduğunda ya da hırsızlığı yapan büyüdükçe statü ya kurumsal çap anlamında yapılan eylemler hırsızlık olmaktan çıkar. Zaten bu çaptaki tasarruflar, yukarıda gasp olarak değerlendirdiğimiz yolsuzluk, usulsüzlük altında yapılır. Bu da hukuken kovuşturulmasını iki bakımdan güçleştiriyor. Birincisi, "Hukuk, iktidarın bekçi köpeği" olunca kimi kime şikâyet edebiliriz; ikincisi, iktidarın böylesi durumlarda bir tür örgütlü kötülük de denebilecek tam anlamıyla bir çete soruşturması, bir tür "yasal suç örgütü" denen devletin bütün kılcal damarlarına sirayet ettiğinden genellikle olanaksızdır. Bu da kimi çerezlerin kafesin içine tıkılmasıyla neticelenmesini ama asıl aktörlerin kişi ve kurumsal yapı ile varlıklarını sürdürmesini doğurur. Yani bu yargılamalardan -o da olabilirse- bir şey çıkmaz.
Şimdi, bu yazının hikâyesine gelelim. Aslında Şubat ayının ilk haftasında paylaşmayı planlamıştım ama malumunuz 6 Şubat ile hepimizin gündemi değişti. Hırsızlık, yolsuzluk dediğimiz olgular, ne de olsa sıcak konular değil memleketimizde ve dünyada.
Bu yazıya, 31 Ocak 2023 tarihinde Frankfurt'ta, İstanbul'a dönmek için gittiğim havalimanında yaşadığım bir sorun nedeniyle karar verdim. Olay özetle şöyle gelişti. Pegasus, bilet satarken ekonomik diye bir seçenek sunuyor. Yalnızca kabin bagajını kapsıyor. Bu da 50x40x20 bagaj ölçüleri, uluslararası bir ölçü. İstanbul'dan Frankfurt'a binerken kabin içi yoğun diye bagaja aldılar kabin bagajını.
Frankfurt'ta online check-in yaptırmama rağmen, zamanım da vardı, işlerini kolaylaştırmak için bankoya gidip alıp almayacaklarını sordum. Benden 75,00 Euro daha istediler. Elimde elbisem ile bilgisayar çantam var. Sadece bir adet hakkım olduğunu diğerleri için para ödemek zorunda olduğumu ısrarla söylediler. Ben de teşekkür edip vermedim. Kabin için hazırladığım valizim, 8.3 kg idi. Çağrı Merkezini aradım. İlgili kişiye (Müşteri hizmetlerinde kayıtlı olduğunu varsayıyorum) durumu anlattım. Bana bankodaki kişinin söylediklerini yineledi. Bir süre önce kabine bilgisayar çantası da aldıklarını ama artık şirket politikaları gereği yeni karar nedeniyle alamadıklarını tane tane kibar, ölçülü biçimde anlattı. Ben de kendisine arkadaşımın yanındaki çantayı (el çantası) alıp alamayacağını, onun için de ücret ödemek zorunda olup olmadığımızı sordum. Bana yine aynı teknik bilgileri verdi. Ben, kabin bagajı yanında kabul edilebilecek el çantasının ya da bilgisayar taşımaya yarayan herhangi bir çantanın hangi ölçü aralığında olduğunu sordum? Bana herhangi bir ölçü veremeyeceklerini söyledi. Ben de "Yaptığınız hırsızlık, hukuksuzluktan ziyade benim paramı gasp etmektir; çünkü ölçünün olmadığı yerde keyfiyet vardır; şimdi kapıya gidiyorum bir sorun olur mu" diye sordum, mesuliyet kabul etmeyeceklerini söyledi.
Pasaport kontrolünden geçip kapıya geldim. Bankoda benden 75,00 Euro isteyen görevli, elimde elbise askım, kabin bagajı ve bilgisayar çantam ile beni gördü, cep telefonuma indirdiğim biniş kartımı okuttum ve geçtim. Kapıda sıra beklerken hemen ardımızda hanımefendi ile konuşmaya başladık. Ondan da para talep etmişler; o da benim gibi kulak arkası yapıp ödememiş. Her kadının günlük yaşamında dışarı çıkarken yanına aldığı çantalardan idi, ondan da para talep etmişler.
Eğer ben panik yapıp 75,00 Euro ödese idim -ki ödeyebilmem için o paranın bende olması lazım- nereden, nasıl geri alacaktım. Şirket, ya tutarsa ya da yersen diye nasıl yolarım diye köprüden haraç alan Demi Dumrul misali, argo deyimle Pegasus haraç almak için insan kesiyor. Bu, kelimenin en yalın anlamıyla bir tür gasptır. Bunu da müşterisine yani varlık nedenine yapıyor. Yapınca yaptığının yanına kâr kalacağından emin çünkü. Uygarlık, bir bakıma işte Pegasus'un gasp yaptığında başına bir şey gelmeyeceğinin bilincidir de.
Evet, her şey bir ölçü, ölçek meselesi. Pegasus yetkilileri, müşteri ilişkileri ya da PR (Public Relations/Halkla İlişkiler) üzerinden muhakkak bir söz üretirler. Daha önce çalışanlarının Kadir Gecesi, özel bir masada çektikleri fotoğrafı kişisel sosyal medyalarında paylaşmalarının ardından yaşananlar – "Ya istifa et, ya biz seni işten çıkartacağız"- hepimizin malumu. O sorun; ama gasp sorun değil, çünkü norm. Bu kararı hangi ulusal ve/ya uluslararası sivil havacılık kuralına ya da hukukuna dayandırıyorlar açıklamak sorumlulukları; şimdi bunu bir yana bırakıp düşünmemizi bir başka örnekle açımlayalım.
Benzer ontolojiye sahip bir başka örnek de Bahçeşehir Kolejleri'nin öğretmenlerine uyguladığı asgari ücret politikası. Kolejin patronu, bunu reddederken paylaşılan muazzam sayıda bordro hepimizin malumu olduğu olguyu ifşa etti; "patron" tornistan yaptı, yaptı da ne oldu, her biri akademik işkenceyle birer çocuk hapishanesi olan Bahçeşehir ve benzeri okullar, müşterileştirilmiş velileri soymaya, soyma işinin lejyonları olan öğretmenleri açlık sınırında yaşatmaya devam ediyor.
Elinde çekiç olan kişi her şeyi çivi görmek eğiliminde olurmuş. Kâr odaklılık her şeyin üzerine basmayı meşrulaştırıyor. Hastanede döner sermayeden paylarına ya da havuza daha fazla para toplansın diye yaşlı, hasta insanlardan hiç de gerekmemesine rağmen tahlil istenmesi, yaşamın taşıyıcısı olan etiği ilga ettikleri, maneviyatsızlaştırdıkları bir iklimde insan, hiç şüphesiz güveni/ni kaybeder. Güven hem bir duygu hem de bir değer. Güven, yaşamın direği, kaidesi. Bugün her birimiz, tel tel soyulurken, etimizden et koparılırcasına gaspa uğrarken şirketler ve şirketlerin uşağı olan devlet kurumlarıyla simetrik bir ilişki içinde olmadığımızdan yaşadığımızı olağanlaştırarak norm olmasına katkıda bulunuyoruz. Katkıda bulunuyoruz çünkü pek çoğumuz uğradığı gaspın farkında değil, hoş farkında olsa asimetrik ilişki nedeniyle hakkını koruyacak mekanizmaları işletme gücünden yoksun. Bu da insanın sezgisel olarak ne denli zayıf, güçsüz, yalnız olduğunu hissetmesine neden olmakta. Mevcut gaspçı rejime itaat etmek, yeri geldikçe de yerleşik gasp normunu işleterek hayatta kalmaya çalışarak kendini ezene benzemeyi arzuluyor. Bu güçsüzlüğün kaçınılmaz birkaç tezahürü olur.
Bunlardan ilki, sinmek, ikincisi hiddetlenerek başına iş açmak, üçüncüsü bu dili giyinmek ki en maliyetlisi bu olsa gerek. Haksızlığı giyinip imkânına gasp kovalamak...
Türümüze 200 yılı aşkın zamandır belki de tarihinin en büyük yalanı söyleniyor: İnsan bireysel bir türdür, toplum yoktur birey vardır. Bu iklimde de mülkiyetin fetişleştirilmesi toplumsal, kamusal hizmetlerin devletin artık iş takipçisine dönüştüğü şirketlere delege edilmesi olağanlaşıyor.
Bu kişisel deneyim, çağımızın, içinde yaşadığımız ve gün be gün bizi yoksullaştıran ekonomi-politiğin ne olduğunun minicik bir örneği. Bunun çözümlemeye, içine atıldığımız ve her gün etimizden et koparılarak soyulduğumuz tezgâhı fark etmeye, fark etmekle kalmayıp sorunsallaştırmaya, sorular üretmeye, bunları ısrarla sormaya ihtiyacımız var. Çünkü bizi her yanımız iktidar ve suç ortaklarınca örülen malzemesi normlardan oluşan kafeslerin içine tıkılıyız. İktidar rızamızı üreterek kafeslerimizi bize ördürüyor. İşte bizi köleleştiren bu normları elimize aldığımız ve her biri çekiç olan sorularla kırıp dağıtmak, bu nedenle özgürleştirici bir eylemdir.
(MVB/AÖ)