Festivalin açılışına Cumhurbaşkanı katılacağı için ekstra güvenlik tedbirleri alınacağını insan tahmin edebilir. Fakat mevzudan daha önce haberdar değilseniz, muhteşem Olympion sinemasının önünde tam teşekküllü çevik kuvvet polislerinin bir barikat oluşturduğunu aniden görünce sanatın özgürleştirici gücüyle oluşmuş tezat sizi sarsabilir.
Aynı noktada, çoğunluğu koyu renk giyimli gençlerden müteşekkil gayet barışçıl protestocuların açtığı bez afişler ben okuyamadan kapatıldığı için yazılanların, Variety’den edindiğim malumat neticesinde İsrail’in Gazze işgalini sona erdirmesine yönelik sözler içerdiğini öğrendim.
Selanikli arkadaşlarım ise son zamanlarda memleketin yalnız üniversitelerinin değil, tüm eğitim sisteminin özelleştirilmesine yönelik adımlar atılmakta olduğu için protestocuların bu mevzuya dikkat çektiklerini belirtiyorlardı.
Fakat ilerleyen günlerde polislerin Aristoteles meydanındaki varlığının ilk geceyle kısıtlı kalmayacağı anlaşıldı.
Kısa bir süre sonra Selanik’in merkezinde iki trans bireyin reşit olmayan bir gençler grubu tarafından saldırıya uğraması ve linçten kıl payı kurtulması gene protestolara yol açtı. Güvenlik tedbirleri kalabalıkların sakinleştirilmesinde tam manasıyla muvaffak olamadı, bazı dükkânlar vandalizmin kurbanı oldu.
Lakin festival organizatörlerinin baştan endişelenmesine haklı olarak yol açmış, etkinliğin programında yer alan ve bazılarınca “ahlak sınırlarını fazlasıyla zorlayan” LGBTİ+ filmlerine yönelik protesto da beklenen hadiseler arasındaydı. Bardağın taşmasına sebep, Elina Psyku imzalı Stray Bodies (Başıboş Vücutlar) adlı belgeselin afişi oldu. Kadın bedeninin AB ülkeleri kapsamında eşit olarak, hürriyetine tamamıyla kavuşmasına dair hayli feminist filmin çarmıha gerilmiş, göğsü açık bir kadının yer aldığı afişi, dincileri, muhafazakârları ve milliyetçileri fazlasıyla provoke etmişti.
Kızgın ve öfkeli güruhu zaptetmek için, demokratik bir rejimin boyunduruğunda olduğumuza dair iddiaya rağmen o akşam Selanik’te protesto yürüyüşü yasağı bile kondu; çevik kuvvet gene teyakkuzdaydı.
Din otoriteleri ve sağcı politikacılar posterin hem İsa’ya, hem de Meryem Ana’ya küfrettiğini ifade etmişler, dindar kesimin temsilcileri, atalarından kalan değerlerin yıkılması amacını taşıyan belgesel destekçilerine karşı Olympion sinemasının önünde buluşma çağrısı yapmışlardı.
Sonrasında kayda değer başka bir hadise hakkında bana malumat ulaşmadı.
Selanik’ten aniden ayrılmaya karar verdiğimden, her daim iddialı kapanış gecesindeki ödül törenine katılamadım; dolayısıyla Olympion’un önünde bir ihtimal yaşananları aktaracak vaziyette değilim, fakat festivalin polisleri de, beni de yormuş olduğu muhakkaktı…
Britanya’nın sefaleti
Festivalde seyirciyle buluşan belgesellerin ve sektörün profesyonellerine seslenen Agora bölümündeki filmlerin arasında kadın kahramanıyla beni en çok tesir altında bırakan Tish oldu. Britanya’nın 20. yüzyıldaki en mühim ve kabiliyetli fotoğrafçılarından sayılan Tish Murtha, kenar mahallelerde sefalet içinde büyüdüğünden, sosyal adaletsizliklere dikkat çekerken asla dışarıdan bakan bir göz olmadı.
Siyasi kimliği bilendikçe işçi sınıfının dünyasını ve bilhassa sokakta takılan çocukları gayet etkin biçimde fotoğrafladı; Thatcher’ın demir yumruğu altında ezilenleri evrensel diliyle ölümsüzleştirdi.
Tahmin edilebileceği gibi sanatıyla hayatını kazanamadı, fakat başarılı yönetmen Paul Sng ve kızı Ella Murtha sayesinde, son derece güncel olan kapitalizm karşıtı birbirinden manidar mesajları daha geniş kitlelere ulaşmış oldu, darısı Türkiye’nin başına!
Sen çok yaşa Barbara
Hayatı boyunca mücadelesini sürdürmüş bir diğer hayran olunası kadın, The 9 lives of Barbara Dane filminin kahramanıydı. Folk, blues ve caz tarzları arasında rahatlıkla gezinen, aktivist, plak prodüktörü, müzik mekânı işletmecisi Barbara Dane, CIA’in kendisi hakkında hayli kalın bir dosya oluşturmasına yol açmıştı.
Hiçbir zaman ön plana çıkmayı tercih etmediği için memleketi ABD’de cilalı bir kariyere göz dikmedi, gençliğindeki Küba ziyareti sonrasında ufkunu genişletti ve siyasi mücadelesine gezegen çapında devam etti. Siyahlarla dostluğu ve yoğun profesyonel ilişkileri sanki gırtlağına yansımıştı. Oysa Detroit’te Yahudi dinine doğmuş Barbara, daima şık ama sade, iri yarı, sarışın bir afetti.
Maureen Gosling imzasını gördüğümüz belgeselde Barbara’yı yakından tanıyor, ilerlemiş yaşına rağmen enerjisine bir kez daha hayran oluyoruz. Politik duruşunu aynen koruyan kahramanımızı özel hayatında da takip ederek ailesiyle yakın bağlarına da şahitlik ediyor, yakın zamanda sahneyi müzisyen olan bir torunuyla paylaşmasına da ayrıca alkış tutuyoruz.
Tabular yıkılmalı!
Muhafazakâr toplumun klişe ve tabularına karşı mücadele etmeye çalışan kahramanlarımızdan bir diğeri ise eşcinselliğin tercihen gizlice yaşandığı bir çağdan bize sesleniyor.
AIDS’ten ölmüş olan sinema yönetmeni Amos Guttman geylik hakkındaki filmleriyle İsrail’i sarsmış, 70’li yıllardan itibaren mevzuyu artan bir dozda kurcalayarak milletin riyakârlığını yüzüne vurmayı başarmıştı.
Shauly Melamed’in imzasını gördüğümüz Taboo: Amos Guttman adlı filmde kendisini gittikçe zayıflamakta olduğu, ölümüne yakın bir zamanda yapılmış bir röportajla tanıyor, filmlerinden mühim sekanslarla politik olduğu kadar estetik dünyasına nüfuz ediyoruz.
Amos’u öfkeli olduğu kadar hassas yapısıyla da bize sevdiren belgesel, şu anda sahip olunan bazı hakların kolay kazanılmamış olduğunu seyirciye hatırlatıyor ve bilhassa 80’lerin estetiğine nostaljik bir selam çakmış oluyor.
Çobanın asaleti
Tek başınalığı büyük bir huzurla yaşayan, hatta toplumla ve aslında pek tanımadığı kadınlarla ilişkilere şartlar icabı yabancı olan kahramanımız ise bir çoban. Un pasteur adlı belgesel bizi Alplerin Batı kısmıyla tanıştırırken yalnız Félix’in büyülü, huzurlu, bazen de depresif evrenine taşımakla kalmıyor, coğrafyanın olağanüstü güzellikleriyle de doyasıya buluşturuyor.
Geniş koyun ve keçi sürülerinin yürütülerek yaylaya çıkarılma pratiğinin artık ender misallerinden biriyle karşı karşıyayız.
Selanik’te nadiren sesini çıkartan seyirci, gösterimin sonunda “bravo”larla yönetmen Louis Hanquet’yi alkışladı. Festivale yeni hizmet etmeye başlamış olan ve mesleğindeki etkinliği tartışılmaz çevirmenin, yönetmen tarafından sarf edilmiş “… Félix’e âşık oldum…” cümlesini yumuşatarak tercüme etmesi ise ülkedeki resmî değişimlerden öncesine ait bir refleks gibiydi. Oysa mütevazı sinemacı hepimiz gibi kahramanının etrafına yaydığı enerjiye hayran olduğunu, onunla geçirilmiş zamanları bir mükâfat gibi algıladığını, dolayısıyla onu ne kadar sevmiş olduğunu ifade etmişti; gerisi vardıysa o da bizi alakadar etmemeliydi…
Avrupa’da nesli artmakta olan kurtların gece saldırıları ise filmin gerilimini mütemadiyen artırıyordu.
Mesleğini öğrendiği babasına sevgisini mektubunda kullandığı Pessoa’nın bir şiiriyle ifade edecek kadar hassas ve ince Félix’in çalışkan vücudunu, pornografiye göz kırpma pahasına da olsa bir kez çıplak görsek fena mı olurdu?
İstikbal küçük çiftliklerde
Çoban ve hayvan yetiştiricisinin resmen lezbiyen olduğu film ise Norveç’in olağanüstü güzellikteki bir fiyordundan bize sesleniyordu. Rakel senelerden beri bu işi yapmakta olan ebeveyninin yaşlanmasıyla göç ettiği şehirden köyüne eşi Ida’yla döner ve aile işletmesini ele alır.
Samimiyetle örülmüş filmi yönetmek de kız kardeşi Rebekka Nystabakk’a kalmıştır.
Fakat ne yazık ki köyde kısa bir süre öncesine kadar bu işle iştigal eden komşuları aynı ölçekteki işletmelerini kapatmış vaziyettedirler. Buna rağmen, sanayi boyutundaki hayvancılığın sürdürülebilir olmadığının bilincindeki kahramanımız istikbale güvenle bakmaktadır, çünkü kendisininki gibi küçük işletmelerin her gün et yemesi gerektiğine inandırılmış güruhları beslerken çevreye en az zarar veren cinsten olduğunu bilir.
Fazlasıyla iyimser ambiyansı ve sevimli anekdotları bir yana, Woolly adlı belgeselin Türkiye’de de gösterilip misal oluşturması zor olmasa gerek (yoksa çok mu zor?)
Balık çiftlikleri kapanmalı!
Kısa mazisine rağmen hızla ve dünya çapında çoğalmakta olan bir diğer hayvan yetiştiriciliği cinsi de balıklarla iştigal edeni.
Türkiye’nin de yabancısı olmadığı bu sektör bilhassa korunaklı körfezlerde gün geçtikçe büyüyor, bir yandan turizm sektörünün getirileri birilerinin salyalarını akıtırken yanı başlarındaki koylarda suyu hızla zehirleyen balık çiftlikleri pandemi gibi yayılıyor. Meteorolojik aşırılıkların havuzlara zarar vermesine mani olmak için açık denizler değil de, mümkün olduğunca rüzgâr almayan, girintili çıkıntılı coğrafyalar bu işler için biçilmiş kaftan sayılıyor, akıntıların asgari olmasından dolayı yemlerden, balık hastalıkları ve leşlerinden kaynaklanan kirlilik denizlerin hem florasını hem de faunasını resmen yok ediyor.
Birileri mütemadiyen levrek, birileri çipura, kimileri ise yağlı somon yiyecek diye güzelim koylar bilhassa uluslararası balık endüstrisine peşkeş çekiliyor, Türkiye’nin zaten sevmeye pek alışamadığı deniz zenginlikleri resmen çarçur ediliyor.
Dünya ahalisinin protein ihtiyaçlarını arsızca tatmin etmek üzere sektör yalnız Akdeniz’le yetinmeyip okyanuslara açılıyor, mevzu hakkında zamanla uzmanlaşmış Norveç gibi ülkelerin aksine Şili gibi diyarlarda yaşanan ani patlama yüzünden devlet yeni yeni çıkarmakta olduğu kanunlarla usulsüzlükleri dizginlemeye gecikmeli olarak uğraşıyor.
Francesco De Augustinis’in imzasını taşıyan Until the end of the world bildiğimiz çevreci filmlerin klişelerini birebir tatbik etse de seyirciyi kesinlikle ikna ediyor, İtalya, Yunanistan, İspanya, Senegal, Uruguay ve Şili ortak yapımı filmiyle dramatik mevzuya global bir bakış atıyor. Çiftliklerde kullanılan balık besinlerinin ne kadar sağlıklı olduğunu bir kez daha sorgularken sürdürülemez bir endüstriyle daha karşı karşıya olduğumuz muhakkak.
Birileri süpermarketten fiyakalı ambalajında balık alacak diye gezegenin birçok yerinde balıkçılıkla iştigal eden küçük işletmeler batıyor, fakir halkın yiyeceği balık, çiftliklerde yem olmak üzere başka coğrafyalara kaçırılıyor. Okyanusları zaptetmiş endüstri devleri gezegenin balık rezervlerini dev filolarıyla vahşice tüketirken balık çiftliklerinin fazlasıyla kalabalık havuzlarında sıkış tepiş yaşayan balıklara böcek yedirmenin çare olup olamayacağı tartışılıyor.
Belgeselden öğrendiğimiz kadarıyla dünyanın en ücra noktalarına ulaşmış olan arsız işletmelerin son keşfi Antarktika krili. Tiksinmenize gerek yok çünkü göründüğü kadarıyla bir karides cinsinden bahsediyoruz; fakat bu gidişle ilk etapta, büyük ölçüde krillerle beslendiğinden açlıktan ölecek olanlar sevimli penguenler olacak.
Myanmar’dan haber var
Yalnız Müslümanlar’ın değil, her türlü azınlığın, ayrıca tabiatın da kaygısızca feda edildiği egzotik bir diyar: Myanmar. Dünyanın uyuşturucu üretimi merkezlerinden birini başkalarına kaptırmak istemeyip darbeyle tekrar başa geçen generallerin memleketinden şimdi de dev bir baraj projesi hakkında bir belgesel geliyor.
Ülkenin Kuzeyindeki coğrafyada ordunun tüm baskısına rağmen düşüncelerini ifade edebilen, gerektiğinde protesto yürüyüşleri yapan dirençli bir ahaliyle karşı karşıyayız. Ne de olsa bölgenin doğal yapısını altüst edecek, yerel halkı yerinden edecek Çin girişimi dev baraj projesi kimseye danışılmadan empoze edilmeye çalışılıyor.
Direnişi örgütleyen iki kadının sözlerinden dolayı mahkeme karşısına çıkarılmasını da izliyoruz militan belgeselde. Yerliler için kutsal bir varlık olan, iki nehrin buluştuğu noktanın kurtarılması için yalnız geleneksel ibadet şekilleriyle yetinmiyorlar, filmin ana karakterlerinden bazı oğlanlar çağdaş müzik formlarındaki şarkılarıyla coşkuyu artırıyorlar.
Emily Hong imzalı Above and below the ground adlı mütevazı belgesel tüm gezegende oluşabilecek dayanışmanın spektrumunu genişletirken Türkiye’de benzer dinamiklere de selam çakmış oluyor.
Ortega ne zaman gidecek?
Bir zamanlar tüm gezegenden devrimcilerin akın ettiği Latin Amerika diyarlarından Nikaragua’dan da selam var bizlere. Somoza diktatörlüğü devrildiğinde tüm dünyaya yayılan hürriyet kıvılcımları insanlığa umut vermiş, fakat devrimin başındaki Sandinista Ulusal Kurtuluş Cephesinin lideri Ortega’nın zamanla sapıtması ümitleri söndürmüştü.
Nicaragua- Ein traum von revolution adlı belgesel ülkenin bir zamanlar aydınlığa giden yoldaki sürecini kısaca, yeniden inşa safhasını ise detaylarıyla yansıtıyor. Dönemin teknik olanaksızlıklarına rağmen arşiv malzemesinin zenginliği devrin atmosferini layıkıyla yansıtıyor. Yönetmen Petra Hoffmann 80’li yıllarda sadece Batı Almanya’dan 15 bin kişinin ülkedeki seferberliğe destek olmak için Nikaragua’ya gittiğini hatırlatırken bazılarını yıllar sonra bulup filmin esas kahramanları haline getiriyor.
Bazı kaynaklara göre başka diyarlardan gelen destekçilerin sürece destekten çok köstek oldukları da söylenmiyor değil.
Her hâlükârda ABD’nin mütemadiyen müdahale ettiği Latin Amerika’da her yeni dönem eskisini aratır hale geliyor, ülkenin tekrar ayağa kalkması için Nikaragua’ya gelmiş liberaller, yeşiller, sendikacılar, sosyal demokratlar, solcular, hatta din insanları örselenip hayal kırıklığına uğruyor. Devrim, özgürlük karşıtı güçler tarafından silahlandırılmış çapulcularca baltalanıyor, okul, kreş, sağlık ocakları inşa eden, kahve ve pamuk tarlalarında gönüllü çalışanlar bazen can korkusuyla misyonlarına son vermek zorunda kalıyor.
Belgesel belki ütopik sayılabilecek bir projeye ışık tutarken ülkenin halen maruz olduğu baskı rejimine karşı harekete geçmek üzere geç kalınmadığını, hâlâ ümit olduğunu bize hatırlatıyor.
Sen çok yaşa Varda!
Hayatının sonuna kadar ümidini, yaşam şevkini ve yaratıcı damarını korumuş olan büyük sinemacı Agnès Varda’yı nasıl bilirdiniz?
İmajı hususunda dizginleri aslında hep elinde tutmuş çok iyi bir pazarlamacı olduğunu biliyor muydunuz?
Narsistik tarafını sağlıklı bir biçimde yaşadığından belki bu sizi rahatsız etmemişti, oysa Pierre-Henri Gibert imzalı Viva Varda! adlı belgeselde, hepimizin gönlünde taht kurmuş meşhur sinemacıyı yakından tanırken daha gerçekçi bir izlenime sahip olacağınız kesin.
Kontrolü daima elinde tutmaya çalışması, müsrifliğe asla tahammül edememesi ve buna bağlı olarak tutumluluğu bir yana, biseksüel olan ve AIDS’ten ölmüş Jacques Demy’yle olan izdivacının imajını korumak için epeyce çaba sarfettiğini de öğreniyoruz.
Agnès aynı zamanda sinema endüstrisinin yaptırımlarına karşı bağımsızlığını korumak için daima çaba sarf etmiş, festivallerin suni şaşaasını reddedip filmin tüm ekibini arkasına almak suretiyle, açılış mekânlarına makam arabalarına binmeden, yürüyerek varma âdeti edinmişti.
Günümüzün popüler kültüründe nefes almak kadar mühim hale getirilmiş kafelerde kahve içme alışkanlığına gelince; kahvenin yanında belki kahveli bir ekler yediği Paris kafelerinde masadan kalkarken kullanılmamış ama çöpe gideceği muhakkak olan temiz peçeteleri toplayıp adeta ileri dönüşüme katkı sağlıyordu.
Bu sayede Aristoteles meydanında, iddialı olduğu kadar tapon pastane Plaisir’in bitter çikolatalı pastasını parça parça dekafeine espressoma batırıp hızla tükettikten sonra peçeteleri arka cebime sokuştururken artık utanmama gerek kalmamıştı.
Dışarıda çevik kuvvet dehşet estirip anarşistler bedenlerini kalkan gibi kullanırken ben niye mi etrafım orta yaş ve üstü rüküşlerle çevrili, Plaisir’de pasta yiyordum?
Glutene alerjim var desem?
Selanik Uluslararası Belgesel Festivali’nin ödülleri hakkında malumata buradan ulaşabilirsiniz.
(MT/AS)