Bir ömür boyu bizi kovalamakta ısrar eden bizim de kaçmakta ısrar ettiğimiz şey olan yalnızlığın hiç de gocunulacak, korkulacak bir tarafı yoktur esasında. Yalnızlık sıkı pratik gerektirir sadece.
Sıkıntılı bir süreç olmasının nedeni kendinizde şaşıracağınız, keşfetmek isteyeceğiniz, eğleneceğiniz hiçbir şeyin olmamasıdır. Kaldı ki onca yıl taşıdığınız bünyenin size cazip gelmemesi oldukça anlaşılır bir durumdur.
Yani gaipten gelen cümleler gibi duran "Ara sıra kendimi tanımakta zorlanıyorum" gibi dış ses havadisleri çoğunlukla suç ve günahlar için uydurulmuş teranelerdendir. Şanslıyız ki hissedilen bu duygu hepimize çok gerçek gelir.
Yalnızlığın en azından iç dünyanızda en son konuşlanacağınız üs olduğunu bilseniz dahi palyatif çözüm olan aperatif arkadaşlıklar, ara sıra hatıralarında boğulduğunuz kadim dostluklar, düşlerinizde ortak olduğunuzdan şüphelendiğiniz nice yoldaşlıklar, beynin sağ lobunda pusuya yatmış; itsen itilmez çeksen çekilmez biyolojik akrabalar (örnekler abuk sabuk uzatılabilir) size fazlasıyla yetebilir.
Gel gör ki -deyim yerindeyse- ara sıra içinize bir öküz oturur. Bir şey eksiktir. Bir sevişdaş, bir koca yani ağızda iki lokma; yatak ve hayat arkadaşlığı. (Oysaki birini tercih ettiğiniz an diğerinizden vazgeçmiş olursunuz. Ayrı iki tat hazımsızlık yapar.)
Hani her şey herkesle konuşulmaz denilir ya... Koca ile konuşulacaklar, paylaşılacaklar zamanla istiflenir. Ara ara, aday adayları ile çeşitli deneylerle bu istiflerin boşaltılıp-boşaltılamayacağı üzerine çalışmalar yapılır. Aday da bunu fark ettiği an bildiğiniz üzere ortamdan sıvışıverir. Sabrın ve zekânın sözünden çıkmayan kadınların istifleri ise sadece detaylarda fark edilir.
Kadının evlilik meramı salt yalnızlığına çare arayışından ileri gelmez. Evlilik, kendiyle ilgili tamamlaması gereken toplumsal bir görevi haline gelmiştir.
Tabii bunun dışında ebeveynler kız çocuklarına onları daha bağımsız hale getirebilecek hiçbir özelliği öğretmek, göstermek gibi bir çabaya girişmezler.
Kızını yetiştiren anne de kadının bir yanıyla"ürkek" olmasını öğrenmiştir. Baba için ise toplumsal roller oldukça nettir. Söylemleriyle aksini savunan birçok erkek bile içten içe pratiğini aksi yönde geliştirir.
Kadının kırılgan yapısı, naifliği üzerine kurulan edebiyat kulaklara hoş gelir. Bu yüzden de "baş edebilme" gibi bir duyguyla tanışmaları ancak kendi tercihleri olabilir. Nasılsa zengin bir koca ya da mevkisi yerinde bir sevgili bulunduğu takdirde omuzlarda taşınamayan yük devredilecektir.
Öğretilen bu "devamlı ihtiyaç hali"nin sonuçları manik depresif ruh halinden tutun da dönem dönem yükselişe geçen melankoliye kadar çeşitlilik gösterir.
Bunun aksi örnekleri tabiî ki de vardır. "Giden gider, gelen uygunsa buyur edilir o da olmadı herkese eyvallah yola devam" diyenler de yok değildir.
Seri yetiştirme ürünleri olan kız çocuklarının bu tip kadınlara dönüşmesi, ihtimal dışı sürpriz olarak nitelendirilebilir ve gene bu tip ihtimal dışı kadınlarla karşılaşmak, tanışmak ise her ömre nasip olacak bir şey değildir. Varın gerisini siz düşünün.
Şu dakikalarda bile beyaz gelinliğiyle bilemedin çift yastıklı yatak düşü ile hayale devrilen milyonlarca kadının var olduğu şüphesizdir. Bu beklentiyi aşağılayıcı yorumlarla karşılamaktansa olmazsa olmaz sonuç olarak görmek gerekir.
Bunun dışında başta da söylediğimiz gibi çoğu kültürde kadın için evlilik, yaşanılması gereken zorunlu kaderidir. Bırakın ancak evlilikten sonra izin verilen cinsel hayatını, varlığı bile -daha fazla işlev göreceği için- bundan sonra kabul görür.
Evlilik ile meşrulaşacak iki bacak arası ahlak anlayışının günlük hayatımızdaki yerini ilk olarak kullanılan dile bakarak anlayabiliriz. "Gayri meşru çocuğu olan bir adam" deseniz kim size garip garip bakmayabilir? "Evlilik dışı cinsel münasebet" denildiğinde ilk aklınıza gelen cinsiyet hangisidir? Hovarda- Orospu ayrımında size hangisi daha sevimli, daha kabul edilebilir gözükür?
Anlayacağınız kadın evliliğe kısmen de olsa "muhtaç olmaya" bırakılmıştır. Ezelden miras doludizgin hassasiyetimiz, kaynağı kurumak bilmez gözyaşlarımız, garip bir yarım olma durumlarımız ise bu muhtaçlık halini iyice perçinleştirir. Varsın olmasın bir dikili ağacımız. Koca bizi tamamlayacak, yalnızlığımız son bulacaktır.
Tüm bunların dışında evliliğin özellikle erkek için oldukça cazip bir tarafı vardır: Kadınının mülkiyeti.
Gerçi bu sahipliğin kadın tarafından oldukça hastalıklı bir şekilde arzulandığını da kabul etmemiz gerekir. Arızalı olan ilişkiler içinde bile "Sahibinin Sesi (S.S)" ile kendini güvende hissetmeyen çok az kadın tanırım. (İstatistiğim yalanlanabilirse ne ala! Mülkiyet de yakışır ya aşka (?) Bu çok kılçıklı bir konudur, kısmetse başka yazıya.)
Diyeceksiniz; "Bunda ne gariplik var, birine güvenmek güzeldir." Hayatını tek bir kişinin istekleri, yapıp ettikleri üzerinde kuran, onun başardıklarıyla başaran, onun hayalleriyle uykuya dalan kadının yaşadığı bu kör kütük halin hiçbir saygıyı hak etmediğini düşünmekteyim.
Kimi evliliklerde ise çiftlerin karakter olarak gün geçtikçe birbirine benzemeleri yetmezmiş gibi çok da inanılır gibi gözükmese de yüzleri de benzer. Taviz vermekten, vazgeçmekten, kocanın huyuna gitmekten, orta yolu bulayım derken yolunu kaybetmekten kaşınız düşer, saçlarınız dökülür, alnınız kırışır... Yer çekimidir, yaşlılıktır ve en çok da katlanmaktır bunlara sebep. Gün geçtikçe yanınızdaki adama benzemeye başlarsınız, o da asgari seviyede olsa da size. Aynı şeylere gülersiniz aynı şeylere ağlarsınız ya kırışıklıklarınız hep aynı yerde güzergâhını belirler. İnanmıyorsanız bakın çevrenize, morfolojik olarak benzeyen çiftler göreceksiniz ya da bilmiyorum, saçmalıyorum.
Kadının eş seçiminde etken olduğu söylenen üreme güdüsü ise sanırım ilk kez bir bilim "adamı" tarafından ileri sürülmüştür. Şaka bir yana ömrü çirkin adamlara vurulmakla geçen bir kadın için söylenebilecek en doğru söz "Aşkın gözü kördür."
Karşımdaki adama "Bunla çocuk enfes güzel olur" diye sevdalandığımı hiç hatırlamıyorum. İstisnai olduğumu da düşünmüyorum. Olay bu kadar basittir. Doğurma isteğinin ise şehvani bir tarafının olmasına dair türlü tahminlerim var. (Pornografik betimlemelerimi burada yazmaktansa kitabıma bırakmayı tercih ediyorum.)
Kadının şişen karnını gözlere soka soka yürümesi ya da mahcup mahcup saklaması en çok da cinsel birleşmenin el âleme ifşa edilip, paylaşma isteği ile ilgilidir. Yaptık, ettik, buyurun ürünümüz ortada gibi. Cinsel paylaşımın deklare edilmesiyle kısmen kafa karışıklığı son bulur. Seçenekler saf dışı bırakılır. Durulmanızla sükûnet döneminiz başlar.
"Son bulduğu sanılan" arayışın adı birçok kadında "huzur"dur. İşte burada en azından biyolojik olarak mümkün olmayan bir şey söz konusudur. İşin içinde aşk iksiri olsa dahi zamana yenilmeyen hormon salgısı yoktur. Yıllar geçtikçe tutkulu sevişmeleriniz geride kalır. Onun yerine geçen miskinlik emin olun geride bırakmış olduğunuz duygular kadar vazgeçilmez olur. Hamakta salınmak varken türlü egzersizler zahmetli gözükür, değil beden gölge istemezsiniz. Gerçi böyle kadınların gözlerinin ferinin gittiğini düşünürüm. Bir taraftan da cinsellikten kurtuluş başka bir özgürlük alanı açar önünüze. Bazı yaşlıların hınzırlığını, ciddiyetsizliğini, umurum değil hallerini buna yorumlarım. Ne yalan söyleyeyim çoğu kez özenirim.
Erkeğin tohum saçma merakı, kadının da "aman o tohumlara ziyan olmasın, içimi doldursun" telaşı garip bir cinsel tepkimeye neden olur. Bu garip tepkime ile aile kurumu oluşur. Ten temasına romantik anlamlar yükleyenin de, mekanik sevişmelerle çarşaftan çarşafa koşturanın da en nihai yolunun evliliğe çıkmasının nedeni sadece bu garip tepkime ile ilgili değildir elbette.
Daha doğrusu "Aslı Gibidir" filminde evlilik üzerine söylendiği gibi "evliliğin sabit bir referans noktası yoktur" ve tüm gerekçeleri ile birlikte tatlı bir alışkanlığa dönüşmüştür. Arundhati Roy "Küçük Şeylerin Tanrısı" kitabında bir kadın karakterinin evliliğe yönelmesini "Bir yolcunun havaalanın bekleme salonunda gördüğü boş bir koltuğa yönelmesi gibi, oturmalıyım duygusuyla."(1) anlatır. Etrafta onca oturan kadın varken bir başına ve ısrarla ayakta durmak olsa olsa tapılası özgüvenin ve ret etmenin farkıdır, fiyatıdır.
Yukarda kestiğim ahkâmlara bakınca mantık dolu bir özel hayat sürdüğümü düşüneceksiniz. Yok değil... Kör kütük, saçma sapan olduğum zamanlar olmadı değil belki de hala öyle. Kulağıma hoş tınılı zerre anlamadığım bir dilin şarkısı gelse tatlı tatlı hülyalara dalarım. İlle de AŞK AŞK derim, tüm çelişkilerimle, sorularımla, eğrisinde doğrusunda şaşırmamaya çalışan itiraflarımla.
Evlilik üzerine son cümleyi gene bir filmden alıntılayarak bitirelim. "Frida" filminde çoğu dikkatten kaçan kadın karakter olan Tina'nın cümlelerini yinelemek isterim: "Ben evliliğe inanmam, gerçekten inanmam. Bence evlilik düşmanca politik bir eylemdir. Evlilik küçük zihinli erkeklerin, kadınları evde tutabilmek için uydurdukları bir şeydir. En iyi ihtimalle evlilik mutlu bir yanılsamadır. Birbirlerini seven iki insan aslında birbirlerini ne kadar mutsuz, perişan edeceklerinin farkında değillerdir. Ama iki insan bunu bile bile birbirlerine katlanmayı göze alıyorsa ve evleniyorlarsa bunun tutuculuk ve hayalcilik olduğunu düşünmüyorum. Bence bu durum çok radikal, cesurca ve ayrıca da romantik. Diego ve Frida'ya!..." Frida'ya evet ama Diego'da emin değilim.
1- Arundhati Roy, Küçük Şeylerin Tanrısı (ç. İlknur Özdemir), 8. Basım, İstanbul: Can Yayınları, 2006, s. 31
Not: Yazı dilinin oldukça heteroseksist olduğunu kabul etmeliyim ama yaşamadığım, olmadığım ve bilmediğim bir şeyi anlatmış olmak için anlatmak samimiyetsizliğini göstermek istemedim.