*Fotoğraf: Şoför Nebahat (1927; İstanbul) filminden.
Ebeveynlerinin erkek evlat sevgisi yüzünden, onların projesine uygun yani “kız çocuğunu, erkek çocuğu gibi yetiştirme projesi”ne uygun yetiştirilen kız çocukları, şu an kaç yaşında ve neredesiniz bilmiyorum ama umarım size atılan kazığı erken fark etmişsinizdir de bedeninize hapsedilen erkeklikten kurtulmuşsunuzdur. Henüz fark etmeyenler için de umarım bu yazı bir vesile olur :)
Umarım, çok çok umarım…
(Gerekli bir not: Bu yazıyı LGBTİ+’lara bağlama gafletinde bulunmayın, o apayrı bir konu…
Yani “erkek çocuğu gibi yetiştirilen kız çocukları lezbiyen oluyormuş da, kız çocuğu gibi yetiştirilen erkekler de gay” gibi asılsız, bilimsellikten uzak bi düşünceye aman ha kapılmayın! )
Erkek gibi yetiştirilen kız çocuklarının daha dezavantajlı olanları; kendilerine erkek ismi verilenlerdir, bana kalırsa… Ve yine bana kalırsa, daha da dezavantajlı olanlar; ömrünün sonuna kadar bu hileyi fark etmeyenler ve bedenine, aklına, fikrine, zikrine zerk edilmiş “erkeklikle” yaşayanlardır. Dikkat ederseniz erkek demiyorum, bilerek ve de itinayla seçerek “erkeklik” diyorum…
Bu “dezavantaj” meselesi daha çok çeşitlenebilir, herkesin dezavantajı kendisine göre değişebilir elbette. Ama hiç bir avantajı yok onu söyleyeyim.
Kendi adıma, ismimin (o da bir hemşire vesilesiyle) erkek ismi olmaması ve yaşadığım coğrafyanın koşullarına göre pek de geç sayılmayacak bir yaşta bu “hileyi” fark etmiş olmam beni daha az dezavantajlı yapıyor ama kesinlikle avantajlı yapmıyor.
Şimdi bu yazıyı okuyan ebeveynler/ana-babalar bana hiç gönül koymasın, “vay efendim ana-baba evladına kazık mı atarmış” duyarlılığına veya “aile kutsallığı, ana-baba kutsallığı”na sığınıp da bağzı gerçeklikleri görmezden gelmesin. Atar efendim, ana-baba da evladına, evladı da ana-babasına kazık atar, gayet de güzel atar. İnsan tuhaf bir varlıktır[1] demişti Agah Hoca…
Yaşım kadar örneğine şahit olmuşluğum var, daha şahit olacaklarım da vardır. Bilerek veya bilmeyerek, farkında olarak veya olmayarak anne-babalar çocuklarının yaşamlarında karanlık izler bırakırlar…
Neyse lafı çok dolandırmadan asıl hikâyeye geleyim…
Dört kız kardeşin ardından artık erkek çocuk bekleyen, işin aslı ilk çocuktan beri erkek çocuk bekleyen, anne-babam beşinci çocukları olarak benim de bir kız çocuğu olarak dünyaya gelmemden pek memnun olmamışlar ki, çokça erkek kuzen arasında beni de erkek çocuğu gibi büyütmüşler. Annemin “amcanlar kendi erkek çocuklarını tabureye oturtup onların saçlarını keserken, baban da seni oturtup saçlarını keserdi” diye övgüyle bahsettiği anılar bunun bir kanıtı. Babam tarafından “maşallah benim kızım, erkek gibi” diye övülmek başka bir kanıtı.
(Tabi bu övgü diğer ablamlara da çokça yapıldı-mış :) Başka başka bir sürü kanıt niteliğinde anılar var da şimdilik bunlarla yetinelim. Babam güler geçer de anacığım hassas, üzülmesin :)
Neyse “benim kızım erkek gibi” diye diye erkek olmayı bir meziyet diye yutturmuşlar bize. Erkek gibi giyiniyorum, erkek gibi yürüyorum, erkek gibi konuşuyorum. Bir kabadayı haller…Saçlar zaten hep erkek gibi, etek veya elbise giymekten nefret ediyorum. Hasılı her halim-tavrım buram buram erkeklik kokuyor…
Tabi bunlar hep “övünç” kaynağı o zamanlar. Ablalarımla yarıştayız adeta “kim daha erkek” diye. Ha bir de çok fena erkek dövüyorum, baya baya dövüşüyorum erkeklerle. Daha doğrusu erkek-kadın, büyük-küçük hiç fark etmiyor herkesle bir kavga halindeyim. Yani söz dalaşından falan bahsetmiyorum baya tekme-tokat dalıyorum herkese. Bakkala, konu komşuya, mahallenin çocuklarına herkese had bildirme derdindeyim. Tam bir serseri :))
(Rezillik! Daha fazla detay vermesem mi acaba)
Neyse bu sabah birden bire ortaokul bilmem kaçta bir çocuğu çok fena dövdüğümü hatırladım. Öyle bi dövüyordum ki en son çocuğu duvara dayamış, boğazlıyordum, elimden zor kurtardılar.
Allah affetsin :) bu ne şiddet bu ne celal…
Ebeveynler duyun bunları duyun! Böyle böyle bu erkek çocukları, birer şiddet seviciler olarak yetiştiriyorsunuz işte. Valla öyle! Kimse kusura bakmasın.
Sorunlarını şiddetle çözmeye çalıştıklarında, her alkış tutttuğunuzda ya da tam tersi şiddetle sorunlarını çözemediğinde, dövemediğinde “ne biçim erkeksin sen” diye azarladığınızda, her “aslan oğlum, paşa oğlum, güçlü oğlum” diyerek dünyanın merkezi onlarmış gibi hissettirdiğinizde ve “erkek dediğin”le başlayan talihsiz cümlelerinizle ilmek ilmek işliyorsunuz karakterlerine, bu şiddet sevici halleri ve erkekliği…
Çocuğa döneyim tekrar. Liseye kadar anılarım ve arkadaşlarım hakkında çok az detay hatırlarım ama bu çocuğun adını, yüzünü, boyunu posunu her bişeyini hatırlıyorum. Muzip de bi çocuktu, sürekli bir takım şakalar peşindeydi. O gün de bana bi şaka yaptığı için çok kızmıştım. Elinde bir toplu iğne, nerden bulduysa :)
Gelene geçene minik minik batırıyor. Sonra kah kah gülüp eğleniyor. Benim de bacağıma batırmaya çalışma gafletinde bulunmuştu zavallı çocuk. Gerisini tahmin ediyorsunuz işte…
O gün bu şakaya gülmemiştim ama bu sabah ve diğer bütün saçma sapan zamanlarda bu anı aklıma her geldiğinde güldüm. Kendisine özür, şakasına da çokça gülme borçluyum. Umarım bunca zaman içinde gülme borcum ödenmiştir. Ama kendisine olan borç baki kalacak gibi, eğer milyonda bir ihtimalle bu yazıya denk gelmezse tabi…
Lise yıllarında da katlanarak devam etti bu durum. O yüzden hiç “lise aşkım” olmadı mesela. Yine bir çocuk vardı. Beni sevme gafletinde bulunmuş.
Vay sen misin beni seven :) Bir gün gitmiş, adımın ve soyadımın baş harfleri olan bir tişört basmış. Bu tişörtü de bedenlerimizi eğitme çabasında olduğumuz derste giymiş. Spor salonunun yüksek platformuna çıkmış sağa-sola dönerek kollarını açıyor, birtakım hareketler yaparak herkese tişörtü gösteriyor. Bu şovu izleyen herkes gülüyor, bişeyler söylüyor. Ben salona girince farkettim. Tabi farketmemle kaos yaratmam bir oldu.
Ortalık bir anda savaş olanı. Ben yapışmışım yakasına “tişörtü çıkaracaksın” diye. Arkadaşlar araya giriyor, bir kısmı beni sakinleştiriyor, bir kısmı ona tişörtü çıkarmasını “kendi beden sağlığı için” salık veriyor. Derken hoca geliyor, “nedir bu rezillik, ne oluyor” diye soruyor. Ben de özet geçip durumu açıklıyorum ve “derhal o tişörtü çıkartsın” diyorum. Hoca da rica ediyor tişörtü çıkarmasını ama çocuk da inat etmiş çıkartmıyor “bu benim beden eğitimi kıyafetim” diyor. Neyse sonra çocuğu eşofmanın üstünü giymeye razı ettiler de durumu tatlıya bağladılar.
Yani aslında bu ve benzeri birçok anıda fark ediyorum ki; erkeklerin bir tehdit öğesi olarak öğretilmesinin sonucu olarak böyle ucube gibi davranıp durmuş, bunu da meziyet sanmışım. Nasıl olurda bir erkek bana şaka yaparmış. Nasıl olurda bir erkek beni severmiş, nasıl olur da bir erkek blablablabla…
Özellikle kız çocuklarında yarattığımız “erkek fobisi” nedeniyle birçoğu, erkek sınıf arkadaşlarıyla hiç oynamadan, sohbet etmeden, şakalaşmadan büyüdü.
E çünkü ağızda besmele gibi her dakika söylenen “aman ha erkeklerden uzak dur” uyarısı bunu gerektirmiş. Yani tamam çocuklarımıza; kendilerini korumasını, bedenlerine-mahrem yerlerine başkası tarafından dokunulmaması gerektiğini öğretelim de burada ölçü nerde?
Evet bir tehdit oluşturan, başımıza olmadık işler açan erkekler var ama sevgili olan, arkadaş olan, eş olan, yoldaş olan, kardeş olan erkekler de var. Bir erkek sadece baba veya koca olduğunda mı hayatımıza girebilecek.
Eğer böyle bakıyorsanız meseleye, erken yaşta evlendirilen kadınlara bir bakın, çoğu yanlış eş tercih ettiği için mutsuz. (Zaten kendilerine ait zannettikleri o tercihler de onlara ait değil!) Neden, çünkü erkeklere dair bildikleri tek şey ya babasından ya da erkek kardeşinden gördükleri. Bunun dışında başka hiç bir erkek tanıma fırsatı olmamış, verilmemiş…
Hakkında bir şey bilmediğimiz şeyler; korkutur, yanıltır, başımıza bir iş getirir.
Belki de erkek, hep “korkulan, başına bir iş getiren” olarak belleklerimize kazındığı için; büyüdüğümüzde de bu erkeklerden hep korktuk.
Hep başımıza bir iş getirdiler (!)
(Gerekli ikinci not: Erkeklerin ve erkekliğin, başımıza ne işler getirdiğini elbette çok iyi biliyoruz ama bu durum, bu paragrafın devamında bahsetmemiz gereken bir konu değil. Ben apayrı bir konudan bahsediyorum… “ama kadın cinayetleri, ama çocuk istismarları” diyenler olacaktır ama bunları şu anlattığım meselenin antitezi gibi sıralamak yanlış ve eksik bir örüntü olur. O yüzden bunların nedenlerini de ama’larını da başka bir yazıya saklayalım)
Yazı çok uzamadan şu, erkek gibi yetiştirilme kandırmacasını fark ettiğim zamana da değinip bitireyim…
Lise bittikten sonra bir radyoda çalışmaya başlamıştım. Radyoda program hazırlayıp sunmak dünyanın en havalı şeylerinden falandı benim için o zamanlar. Neyse bir çocuk vardı radyoda, işe çağrıldığım ilk günden itibaren dikkatimi çeken, beni benden alan, gördüğüm her anda değişen kalp ritmime kızıp “ne oluyor lan” deyip durduğum bir çocuk…
Anladığınız üzere aşık olmuşum ama benim haberim yok. Beraber programlar yapıyoruz, güzel sohbetler edip yürüyüşler yapıyoruz. Onunla vakit geçirmek inanılmaz hoşuma gidiyor. Dünyanın en yakışıklısı, en tatlısı ne bileyim en güzel espri yapanı, en güzel konuşanı falan benim için…
Ama korkuyorum, baya baya korkuyorum. Daha yakın olmaktan, âşık olmaktan ya da onun bana aşık olmasından deli gibi korkuyorum. E tabi korkunun kaynağı belli, şu “aman ha erkeklerden uzak dur” sesi yankılanıp duruyor kulaklarımda…
O yüzden bu korkum aklıma geldikçe uzaklaşıyor, mesafe koymaya çalışıyorum. Onu görmezden-duymazdan geliyorum falan. Aşkım kabardığında da korkularımı unutuyorum; başlıyor yine sohbetler, yürüyüşler, gülüşüp eğlenmeler…
Velhasıl yine ucube gibi bir öyle bir böyleyim. Bu arada ben yine erkek Fatma hellerimle, gidip geliyorum radyoya.
Bir de o sıralar dilime nereden pelesenk olduysa, neden elbise-etek giymiyorsun veya neden çanta takmıyorsun gibi sorulara “o ne öyle kadın gibi” diye cevap veriyorum. 18 yaşına henüz basmış biri söylüyor bunu. Korkunç.
Korkunç olan ne biliyor musunuz? Toplumda sürekli kız çocuğu olmak, kadın olmak kötü bir şeymiş gibi öğretilmiş, hissettirilmiş. Ben de bir kız çocuğu olarak bunu yemişim ve erkek olmanın “ayrıcalıklarına” sığınmışım.
Bir gün aşık olduğum çocuk dedi ki “neden böyle erkek gibi davranıyorsun?”
Merak eder gibi değil de sanki bir suç işlemişim de neden o haltı yediğimi sorar gibiydi. Yani öyle olmasa bu kadar utanmazdım. Dahası o kadar zor bir soru sormuştu ki, ne diyeceğimi bilemedim. Sanki dünya birkaç dakikalığına durdu da ben cevabı bulamayınca dönmeye devam etti. Yer yarılsın diye beklerken utanarak “bilmem” diyebildim sadece. O soru, sohbetin bütün tadını tuzunu kaçıran bir sual olarak o an’da asılı kaldı.
Ancak tadımız-tuzumuz kalmasa da çok tane çok bilinmeyenli bir denklemin masaya yatırılma vakti gelmişti. Epey kızgın, öfkeli, kandırılmış olma hissiyle geçen ergenliğin ardından (bu memlekette ergenlik biraz uzun sürüyor da) zamanla daha soran, sorgulayan, sorunu sadece kendi ana-babama mal etmek yerine kaynağını toplumda-toplumsal yapıda arayan biri olarak “oldurmaya çalıştıkları kimlikten” sıyrıldım, sıyrılıyorum.
Kim bilir bana ait olduğunu düşündüğüm, ama aslında bana ait olmadığını fark edeceğim başka nelerden sıyrılmaya devam edeceğim/edeceğiz…
(YÖ/EMK)
[1] Psikiyatri Uzmanı Dr. Agah Aydın’ın kendisiyle yaptığım söyleşi sırasında söylediği bir söz.