Meksikalı ressam Frida Kahlo, tam adıyla zikredelim Magdalena Carmen Frida Kahlo Calderon, aşkın ve acının kadınıydı…
Çocukluğundan beri yaşadığı sağlık sorunları nedeniyle büyük acılar çektiği yetmezmiş gibi, gençliğinin baharında geçirdiği bir trafik kazasıyla acı ve ızdırap ölümüne kadar hayatının merkezine yerleşiyor.
18 yaşında bir trafik kazası geçiriyor. Bu kazadan sonra hayatı bitmeyen ameliyatlar, tedaviler ve acılar içinde geçiyor…
Tarihten pek emin olmamakla birlikte hayatını konu alan kayıtlara göre, 17 Eylül 1925'te okuldan eve dönerken bindiği otobüsün tramvayla çarpışmasıyla birçok kişinin öldüğü kendisinin de ağır yaralı kurtulduğu o vahim kaza yaşanıyor.
Kazada, tramvayın demir çubuklarından birisi Frida’nın sol kalçasından girip leğen kemiğinden çıkıyor. Kazadan sonra tüm hayatı metal korseler, ilaçlar, hastaneler, doktorlar, ameliyatlar ve uzun süren tedavilerle geçiyor. Ölümüne yakın çocukluğundan beri sorunlu olan sağ bacağı kangren oluyor ve kesiliyor.
Acının her türlüsüne katlanmak zorunda olarak geçen bir ömür…
Frida, yatağa mahkum günlerini resim yaparak geçiriyor. Acı ve keder dolu yaşamının izleri sanatına, yaptığı resimlere yansıyor. Çoğu da kendi otoportreleri olan bu resimlerde bedenine saplanmış çiviler ya da demirlerle resmediyor acıyı…
Bazen saçlarına bazen de göğsüne çiçekler eklemeyi ihmal etmiyor ama gözünden hep yaşlar akıyor. Ve kalbini çoğu zaman bedenin dışında çiziyor. Bedenin dışında bir yerde, yaralı ve kanıyor… Çünkü çektiği bu fizyolojik ve psikolojik ızdırap yetmezmiş gibi bir de aşk acısı çekiyor…
Kaba-saba, çirkin mi çirkin, narsist bir adam olan Diego Rivera’nın acısını çekiyor. Diego ünlü bir ressam ve ünü onu daha çok narsist biri haline getiriyor. Kadınlar hep etrafında pervane, o da bu ilgiye kayıtsız değil. Frida hayatındayken bile başka kadınlar hep oluyor. Frida’nın da başka erkekler hayatına girip çıktığı söyleniyor. Ama belli ki kalbinde hep Diego’yu taşımış. Diego’nun aşkını ve acısını…
Frida kendisinden 21 yaş büyük olduğu söylenen Diego ile Ağustos 1929’da evleniyor. Ancak Diego’nun sadakatsizliği nedeniyle (Diego’ya olan antipatim nedeniyle bu nedeni doğru kabul edeceğim on yıl sonra 1939’da ayrılıyorlar ve fakat bir yıl sonra yeniden evleniyorlar.
Diego ile oldukça çalkantılı, inişli-çıkışlı bir ilişki yaşayan Frida’ya hep kızdım. Ne zaman ortamlarda Frida’dan bahsedilse hayatla mücadelesinden, ataerkiye karşı küreselleşen direnişinden gıptayla bahseder, sonra da kızgınlığımı eklemeden edemezdim:
“Sen ki feminizmin ikonu, direnişin sembolu güçlü kadın; seni tüketen, onca acı ve keder yetmezmiş gibi ızdırabını büyüten bu adama mı aşık olmayı seçtin” diye veryansın ederdim.
“Izdırabın her türlüsünü yaşamaya mahkum olan sen bu her yerinden çirkinlik akan adamın aşk acısını mı kendine reva gördün” diye söylenirdim.
Güzellik, çirkinlik göreceli kavramlar elbette ama Diego’nun resimleri kadar çirkinliği de dillere destandı. Gazeteci-Yazar Elena Poniatovska Diego için şöyle demiş mesela:
“Seni o dev boyunla, hep bir karış önünde giden göbeğin, kirli pabuçların, eski ve yamru yumru şapkan ve buruşuk pantolonunla gözümün önünde canlandırıyor ve kimsenin böylesine çirkin şeyleri onca asaletle taşıyamayacağını düşünüyorum”
Sonuna bir övgü sıkıştırsa da Diego’nun çirkinliğini iyi anlatmış…
Her şeyin estetize edildiği bu düzende ben de aşkı, sevgiyi estetize ediyormuşum demek ki. O yüzden o kadar takmışım Diego’nun çirkinliğine. Frida’nın aşkını hak etmeyeceğini düşünmüşüm falan… (Bak gene içimdeki şeytana bakacağıma, dışımda şeytanlar yaratıyorum?
Hiç kimse masum değil
Aslında belki de Diego çok yakışıklı, karizmatik bi tip olsa da ataerkiye direnişi küresel bir sembola dönüşmüş bir kadının bir erkeğe olan aşkından dolayı acı içinde kıvranmasını küçümseyecektim.
Ta ki bi gün…
Bi gün aynı acıyı tadana kadar…
Öyle ya "hiç kimse sınanmadığı günahın masumu değil"di. Şimdi bu “günahla” sınanma sırası bendeydi. Peki Frida’nın çektiği acıyı küçümseyen ben, kendi çektiğim ızdırabı da küçümseyecek miydim?
Ama itiraf edin aşk acısını küçümseyen bir ben değilim! Dikkat ettim de aşk acısını, ayrılık acısını, ne biliyim işte gönül işlerini genellikle küçümsüyoruz. Nedenleri herkese göre değişse de, herkes içten içe küçümsüyor, önemsemiyor bu çeşit dertleri… Aşk acısı çeken birini en fazla kaç gün dinledik ya da teselli ettik? Bir, iki, üç? Taş çatlasa bir hafta…
Bir depresyonu bir de aşk acısını fena küçümsüyoruz.
Halbuki ne çok intiharın sebebi bu ikili. Ne çok insanı yaşamdan koparmış, hayatı çekilmez kılmış bu ruhsal ve kalpsel acılar…
Ama yine de küçümsüyoruz işte. Belki de bu yüzden sıra bize geldiğinde, utanıyoruz bu acılardan. Açık etmekte, paylaşmakta pek de istekli olmuyoruz…
Aklımı, kalbimi, ruhumu nasıl saklayacağımı bilemediğim bu acıyı bedenimin her zerresinde hissederken bozulan hayatımın ritmini başka başka gerekçelerle kamufle ediyorum. Çünkü galiba ben de bu acıdan utanıyorum…
Hayatın her alanında duygularına teslim olmak yerine aklıyla, mantığıyla hareket eden ve etrafına da daima bunu salık veren biri olarak duyguları tarafından esir alınmış olduğunu kabul etmek de dile getirmek de kolay değilmiş.
Ve başta egonun defansıyla reddettiğim bu acıyı artık kabul ettiğim şu günlerde, acısını küçümsediğim Frida Kahlo’dan özür diliyorum…
Ve tabi “aşk acısı, ayrılık acısı” çekmiş/çekmekte olan, diğer arkadaşlarımdan da… Çünkü biten ilişkilerinin ardından yas tutan ve bu yası çok uzatarak bir türlü normal hayatına devam edemeyen arkadaşlarıma hep çok kızardım.
“Hayat kayıplarımıza üzülecek kadar uzun değil” der, yaşamın önemli bir bölümünü aşk acısı yüzünden ıskaladıklarını düşünürdüm. Dahası “kayıp” gibi değerlendirdikleri bu durumların “yeni başlangıçlar”ın nedeni olduğunu anlamamaktaki ısrarları canımı sıkardı.
Bütün bu havalı pozlar nedeniyle utanıyorum içinde bulunduğum durumu açık etmeye, o yüzden hayattan kopuşuma hep başka gerekçeler ve bahaneler buluyorum…
Nasıl çekilir bu acı, nasıl teselli bulunur bilmiyorken; böylesi bir acının acemisiyken dışarıya “her şey yolunda, halledeceğim” sağlamlılığını vermeye çalışıyorum.. Hala!
Hala pozör bir şekilde “her şey kontrol altında” havalarına giriyorum, vaziyetin vehametini manipüle ediyorum … Hiç bir şey kontrolüm altında değil halbuki.
Ama tabi çok sürmüyor bu pozör haller. Acemisi olduğum bu duygular silkelediğinde egoyu, geriye sadece acı kalıyor. Öyle bi acı ki neren kanıyor anlayamıyorsun. Acının kaynağını bulamadığın için iyileştiremiyorsun da.
Bütün organların savaş halinde ama onlar da acemisi bu acının. Neyle savaştıklarını bilmedikleri için hep bi savunma halindeler. Ve bu enerji kaybı yoruyor, tüketiyor bedenini. Her şeye yorgunsun. Çalışmaya, arkadaşlarla buluşmaya, yemek yemeye ve hatta su içmeye bile yorgunsun…
Şair haklıysa yolun yarısına yaklaştığım şu günlerde, bunu da yaşamam gerekiyormuş belki de… Belki de her insan ömründe bir kere de olsa, böylesine sevmeli, böylesine yenilmeli kendine…
“Çok severken gitmeyi seçmek; çok sevilirken sevginin varlığını reddetmek nasıl bir saçmalık” demek yerine, kalbin (duyguların) akıldan (zihin ve mantıktan) farklı bir akışa sahip olduğunu anlamak ve o akışın içindeki ‘öz irade’yi sorgulamak gerekiyormuş belki de…
İçindeki çıkmaz sokaklarda bir çıkış yolu ararken yolun sonu hep “kendine” çıkmak zorunda değildir belki de. Bazen bütün yollar ona çıkabilir, tüm yolları kapattığını düşünsen bile…
Bu işlerin bir dengesi, bir yolu-yordamı var mı bilmiyorum!
Bu süreci daha az ızdırapla, daha az yarayla atlatmanın bir yöntemi var mı bilmiyorum! Evrensel bir acının, herkese yarar evrensel bir merhemi var mı onu da bilmiyorum! Ne kadar sürer onu hiç bilmiyorum…
Bilmiyorum, yaşayıp göreceğiz…
Bildiğim tek şey feministler de aşk acısı çekermiş :) Belki belli etmezler ya da beceremezler bu acıyı taşımayı ama onlar da aşka-sevdaya dair acı çekerler…
Sonsöz niyetine Frida’nın ölümünden önce günlüğüne yazdığı söylenen sözleri bırakayım:
“Çıkış yolunun güzel olacağını ve asla geri dönmeyeceğimi umarım.”
(YÖ/EMK)