Helin Bölek'in fotoğrafı sosyal medya
Tarihler boyunca sanata, sanatçılara, iktidar olanlar tarafından türlü eziyetler yapıldığını biliyoruz. Korkutamadıkları, sindiremedikleri yerde de, açık veya el altından, gözlerini kırpmadan öldürdüklerini de biliyoruz. Pir Sultan ve Sabahattin Ali örneğinde olduğu gibi! Devlet zihniyeti politikası diye de geçmemek gerekiyor.
Çünkü bu zihniyet sadece devletle kalmıyor, kendilerine yakın olan zihinleri de zehirliyor. O zehirlenen zihinle devletin yapamadığını kendine görev bilerek, devletin öldüremediği sanat yapıcılarını, öldükten sonra bile mezarlarında rahat bırakmıyor! Mezarlara saldırarak taşlarını kırıyorlar, hedef tahtası gibi kurşun yaraları bırakıyorlar mezar taşlarında. Ruhi Su ve Can Yücel mezarlarına yapılan saldırılar gibi. İçten içe kendine güvenmeyen faşist iktidarlar, sanatın her türünden korkmuşlardır. Çünkü gerçek sanat toplumun içinden doğan bir kavramdır. İktidarların karşısında diz çökmez. Zalimden yana olmaz, mazlumun yanında yerini alır ve her zaman da almıştır.
Toplumun acısını sevincini, toplumla birlikte yaşayan, insandır sanat yapıcısı. Toplumun duygusunu, düşüncesini, kültür yapısını, hayat şartlarını, yasını, sıkıntısını dile getirir. Bu duygudaşlık sürdüğü müddetçe, insanlar arası ortak bir bağ oluşturur. Bazı sanatçılar bunu şiirle, bazıları romanla, bazıları öyküyle, bazıları görsel sanatla, bazıları resimle, bazıları da sazla, sözle, sesle yapar sanatını. Sanatı sanat yapan olgu da bu çeşitliliktir. Çünkü sanat ne tek tip bir elbisedir, ne de bir gönül hoşluğudur.
Dildir, düşüncedir, dünyaya bakış açısıdır. Öteden beri toplum hayatının, kültürel yapının, tarihler boyu oluşan medeniyetlerin, birbirine ulaşma köprüsüdür. Bir ağ görevi yaparak, bu günü yarına taşıma öncülüğünü üstlenmiştir. İnsanlığın ilk dönemlerinden bu güne, farklı süzgeçlerden geçse de, öneminden hiçbir şey kaybetmemiştir. Sanat, yaşadığı çağın ve günlerin tanıklığını yaptığı gibi, hem sanat yapıcısının, hem de insanlığın ortak vicdanı olmuştur. Hiç kimsenin ama hiç kimsenin unutmaması gerekir ki, sanat yaşamdan yanadır! Bu da iktidar olanları hep korkutmuştur. İnsanları diri diri yakmaları, yaktırmaları, öldürmeleri, ölürken izlemeleri bundandır.
“Sivas mı cehennem ben mi ateşim/Eren’e dokunsam, Zeynep kanıyor/ Ah ne yaptık o gün, biz öyle nasıl/Şaşkın bir hüsranla yapışıp kaldık/Taş olup yerimize//Şimdi biz yandık ya, yandık ya içten/Hep birlikte cayır cayır, göz göre göre/İzledi bu devlet, bütün kâinat/ Ben dâhil yerimde çakılıp öyle/İçimize sindi isi, dumanı/O gün bu gün kül kokuyor şiirler(2)Elleme cılk yarayım/Bahar küfürle gelir yaz zaten ahu zarım/Bildin mi şimdi neden ateştir bastığım yer/Bildin mi şimdi neden dumanın parçasıyım/Ne dokun yüreğime ne dünya beni bilsin/O gün bu gün aldığım soluktan utanırım!”
Bu yazıda, birkaç satırla kendi duygularımdan söz etmek istiyorum. Çünkü 2 Temmuz 1993 gününden bu güne kadar kendimi hiç bağışlamadım. Neden bağışlamadım? Çünkü o benzinli, kibritli, alevli 2 Temmuz gününü, televizyonun başında, dehşet ve acı içinde, altı aydır bıraktığım sigarayı, peş peşe yakarak geçirmiş, yerimden dahi kıpırdayamamıştım da ondan! Ertesi günü, Metin Altıok, Behçet Aysan, Asım Bezirci, Nesimi Çimen, Muhlis Akarsu, Hasret Gültekin, Uğur Kaynar 12 yaşında ki Koray Kaya ve otuzüç canımız, ciğerimiz, sanat insanımızın, katledilmiş bedenleri yan yana dizilince, sanki gökyüzünden başıma taş değil, koca bir dağ düşmüş gibi yerin dibine girmiştim! Ve boğazıma “neden” diye başlayan bir sürü soru yapışmış, nefessiz bırakıyordu beni.
Neden yerime çakılıp kalmıştım? Neden kendimi sokak cadde dışarılara vurmamıştım. Neden “insanlarımızı yakıyorlar” diye haykırmamıştım. Gün boyu, onca saat neden sessiz kalmıştım? Neden? Neden? Neden? İşte bu nedenle, kendimi hiç bağışlayamadım. Bir ayıp gibi üzerime yapışıp kaldı. Bu korkunç devlet suçunu, sanki ben işlemişim gibi bir duygu yaşadım ve yıllardır yaşıyorum! Bunları neden anlatıyorum? Eğer tepki gösterilecek bir durum yaşanıyorsa ki bu ülkede çok fazladır, bunu iş işten geçmeden yapmamız gerekiyor! 2 Temmuz günü, hızlıca refleks gösterip, milyonlarca insan olarak sokağa aksaydık, belkide insan yakan katillere dur diyebilirdik. Bunu başarabilirdik ama elimiz kolumuz bağlanmış gibi, garip bir tutukluluk örneği göstererek bunu yapamadık. İçimizde o tutukluluk duygusu bir sızı gibi hep kaldı.
Grup yorum üyeleri uzun süredir açlık grevindeydi. Helin Bölek, o pırıl pırıl güzelim genç kadın, yani bu gün, 3 Nisan Cuma günü, açlık grevinin 288.nci gününde hayata veda etti. Bu ölüme neden olan, katkı sunan zihniyete lanet olsun! Konser verdikleri zaman on binlerce insanı bir araya toplayan, coşturan, bir ağızdan şarkılarını söyleyen, bir gruptan söz ediyoruz. Aynı yürekten söylüyormuş gibi şarkılarına katılan on binler, neden sessiz kaldı acaba?
Düşünmek gerekiyor! Ya sanatçılar, sanat sevenler, aydınlar yeterince ilgi gösterdi mi? Hayır! Eminim herhangi bir ölüm yaşanmadan, Helin Bölek’lerin sesinin, devlet yöneticileri tarafından duyulacağını düşündüler. Tıpkı Madımak katliamı gibi, devlet yakılmalarına izin vermez düşüncesiydi, o televizyonun başına çakılıp kalmalarımız! Bu ülkenin tarihi, onlarca katliama tanıklık etmesine rağmen, bu devletten umut etmeyi bırakmamıştık! Demek ki hâlâ bırakmamışız! Ama hep yanıltmıştır eli kanlı cellâtlar bizi! Umarım bu son yanılgımız olur.
“Yavuz hırsız ilham almış, fetvası makamından/Öteki saydıkları “bertaraf” ediliyor/Beş duyu da mühürlenmiş eyvah ki makber/Merhameti zürriyetsiz kalan sesi kısıyor/Yok, ilminde tüketilen yarı buçuk hayatlar/Bir devasız zihniyetin dehşetini yaşıyor/Çocuklar aç ölüyorken hürmetli şah-anımız/Mart aşk ayı kedilerin şarkısını söylüyor/Vicdanı yük ağırlığı dizlerimi kırarken/Ağız birliği türdeş cinayetler işliyor/Çimenleşmiş kederle yükünü alan ülkem/Bilinmeyen acı türü diye belgeleniyor”
Grup Yorum üyeleri, bedenlerini, ölümün en beteri olan açlık grevine neden yatırdılar? Hiç olamayacak olanı, yani mümkün olmayanı mı istiyorlardı? Ne istiyorlardı devleti yönetenlerden. Peki devleti yöneten iktidar sahipleri, neden Grup Yoruma baskı yapıyordu? Konserlerini yasaklıyor, ceza evlerine tıkıyor, kültür merkezlerini basıyor, müzik yaptıkları araç gereçleri kırıyor, işkencelerden geçiriyorlardı ve geçiriyorlar! Neden?
Grup yorum sanatını yapamasın diye, ellerinden ne geliyorsa hiç esirgemeden yapıyorlar. Grup yorum üyelerinin elinde silah yok ki. Onların silahları şarkıları, türküleri, gitarları, kemanları ve nağmeleridir. Buradan yazının giriş bölümüne gitmek zorundayız. Çünkü burada, sanatın ürkütücü gücü çıkıyor karşımıza. Ve zorba devlet aklının, gerçek sanattan yana olan, her topluluğun, her sanatçının on binlerce insanı alanlara toplamasını, on binlerce insana ulaşmasını, bir ağızdan, şarkılar, türküler söylemesini, coşmasını istemiyorlar! Onun içindir ki Grup Yorum üyeleri, bedenlerini açlığın zalim ellerine bıraktılar. Sanatımızı özgürce yapmak, şarkımızı, türkümüzü özgürce söylemek istiyoruz dediler. Özgürlük sözcüğünden bile ürken iktidar, zaten sanata, sanatçıya bu özgürlüğü vermek niyetinde hiçbir zaman olmadı. Faşizmin karakteri, baskı ve sindirme üzerine kurulmuştur. Peki, bu baskı ve sindirme politikalarını kabul mü edeceğiz. Tabi ki hayır, etmeyeceğiz.
Ama kendimize de soracağız, sormak zorundayız. Haksızlıklara, insan hakkı ihlallerine ve zulme karşı, caydırıcı güç, açlık grevi mi olmalı? Çünkü canlar ve canlarımız değerlidir, kıymetlidir. Aç kurtların önüne fırlatılan et parçası gibi davranmamalıyız kendimize. Devrimci mücadelenin şiarı yaşamak ve yaşatmak değil midir? Helin Bölek’i hep birlikte önlerine attık, onlar da öldürdüler! Hepimizin, bütün sanat yapıcılarının, aydınların, sanatseverlerin, yüreklerini ve vicdanlarını önlerine koyup düşünmeleri gerekiyor. Bu trajik olay Helin Bölek’le bitmedi! Ölüm oruçları devam ediyor hâlâ!
“ Biliyorsunuz/ Sonradan yakılan ağıt/ Külün bile kulağını tırmalar.”
(SA/EMK)