Dünyanın her yerinde bitkiler sulanır! Yeniden canlansın, hayat bulsun diye! Memleketimde ise siyah bazalt taşın bağrı sulanır, sulanır da bağrındaki köz bir türlü sönmez, her defasında öylece kalır, yine de o ateş sönmez. Bazı şeylerin rengi değişmese ne mutlu olur insan! Yarin gözleri gibi; toprağın ve gökyüzünün rengi. Mesela taşların rengi!.. “Taş olasın” diye bir bedduadan kaçar da insan, taş kadar ömrün uzun olsun diye duaya talibiz her an!
Taşlardır taş’ıyıcı olan! Taşlardır, tarumar olan! Taşlardır uygarlığın çığlıklarını, kavuşamayan aşkların hasretli intizarını; yetimlerin, öksüzlerin ve hemhal yoksulların birkaç zeytin, kuru soğan ve ekmeğin etrafında hayal ettiklerini bugüne taş’ıyan! “Taşlardır beka, taşlardır ebediyet, taştan başka geriye ne bırakır medeniyet?”
Aynı kitabı okumak, aynı ateşin etrafında toplanmak ve aynı taşlara dokunmak arasında akrabalık vardır. Kitap ruhumuzu, ateş içimizi ısıtır. Ve aynı taşlara dokunmak da muazzam taşıyıcının tarihi duygularını içimizde hissettiren ortak yönler oluşturur. Işığın ve taşın etrafında toplananlar birbirlerini anlayacak empatiyi büyütürler ruhlarında.
Her kentin bir Yenişehir’i vardır. Bizim şehrimizde, o da eskidi. Şimdi biryandan Urfa’ya diğer yandan Elaziz’e adeta yürür gibi hiç durmadan ilerleyip gelişen, en yeni ilçeleri oldu Diyarbekir’in. Şehir balosuna hazırlanan, sonradan görme israfı, estetik mübalağası, gece görünümüyle adeta ışıktan biçili elbise giydirilmiş binalardan oluşan, ruhumuzu duruluktan ve hatıralarımızdan uzaklaştıran betondan ilçelerimiz var. Ruhumuzu surdan ve surlu olmaktan epeyce uzaklaştıran ilçelerimiz!
Dicle nehrinin kıyısında yer bulmuş, Hevsel Bahçeleri’nin sırtını dayadığı, nice kadim uygarlığa şahit olan bin yıllardır asaletini korumuş surlarımızın, bir kundak gibi sarmaladığı, en eski Suriçi yerleşkemiz var bizim. Adeta ilçenin etrafını kuşak gibi saran, bedenlerden ve bedenlerin arasında kurdele gibi peşi sıra dizilen sayısız burçlardan oluşan surlarımızın içinde, konaklar, camiler, kubbesiz minareler, kiliseler, kervansaraylar, hanlar; bir de sayısını bilmediğim bağrı hala sönmemiş taşlardan yapılı evler var...
Çiçek gibi sulandıkça canlanan, insan gibi yıkandıkça arınan ve toprak gibi ıslandıkça rengini bulan siyah bazalt taşlarından inşa edilmiş Suriçi. Karacadağ’ın Diyarbekir’ i, Erciyes’ in Kayseri’ si, Nemrut’un Bitlis’ i, siyah bazalt taşlarıyla aynı damardan beslenen gözde kardeşleridir dünya ocağının.
Olduğu yerde Karacadağ defalarca taşırmış, dünya ocağının kalbine kadar inen ateş bacasından lavlarını. Şairin cehenneminden sindiremediği hasreti olan şiir gönüllerde taht kurar da, dağın dindiremediği ateşle gelen bereketin üzerine kurulu şehrin tadına doyulur mu hiç? Tahir Elçi, Ahmed Arif’ in dizelerine ve kurumuş lavların üzerinde gümüşe işlenmiş savat misali kurulan Suriçi’nin tadına yeterince doyamadı.
“Varamaz elim
Ayvasına, narına can dayanmazken,
Kırar boynumu yürürüm.
Kurdun, kuşun bileceği hal değil,
Sormayın hiç
Laaaaal...
Kara ferman çıkadursun yollara,
Yarin bahçesi tarumar,
Kan eder perçem
Olancası bir tutam can,
Kadasına, belasına sunduğum,
Ben öleydim loooy...”
Lal olduğunda ürkek kalplerin dili, duygunun ihbarcısı bir çift müntehir göz olur. Taşlar gibi susarak ağladığımız ve bağrına koyup kulağımızı, surun inlemesini dinlemeye ürktüğümüz bir günde gitti işte! Elçi olan cesur yüreği ve Tahir bakan gözleriyle; vicdanını taşıyan kalbini taşların masumiyetine yaslayıp gitti işte!
Gönül elçilerinin zeval olduğu coğrafyalarda söylenecek söz kalmamıştır artık, taşlara dair! Bileklerin, yüreklerin, koca bir şehrin büküldüğü bir günde gitti işte! Siyah bazalt taşlarının kor bağrından canhıraş çığlıklarla ağladığı bir günde “Gitti(ler) İşte!..” (YSE/HK)