Cumhurbaşkanlığı sitesinde 2008 Frankfurt Kitap Fuarı’ndaki Bütün Renkleriyle Türkiye sergisinin açılışını gösteren resimler var: protokol insanları saf tutmuş kurdele kesiyor ve dev bir Nâzım resmi gülüp etrafı süzüyor. Bahçesinde ebruli hanımeli açan bir ev ve mavi gözlü dev – işte Frankfurt özeti.
Bu garip, şans eseri örtüşmeden daha iyi bir imge bulmak zor bir yıl kadar süren Frankfurt hazırlığının sonucu için. 300 kadar yazar, 100 yayımcı, 11 yazar ajansı, bütün şehre yayılmış 50’ye yakın etkinlik olağan aksaklıkların dışında büyük bir sorun yaşanmadan gerçekleştirildi: sağcı, solcu, radikal, pasifist, liberal, girişimci, intihalci, akademisyen, imam, haham, rahip, etnik, teknik, her alandan herkes ebruli bir evin bahçesine oturdu.
Bir hafta boyunca bahçede güzel, Gargantua’nın doğumu için verilen şölene benzer şölenler vardı. Toplamda on milyon avro harcandığı belirtilen şölenlerde müzikler etkileyici, ikramlar lezzetliydi, şölenlere layık müsriflikten kaçınılmamıştı.
Bahçede her şey eşsiz bir denge içindeydi: bir etkinlikte sağcı bir yazar anıldıysa, diğerinde din merkezli derneklerin yoksulluğu fetişleştirmesi eleştirildi; yayınevleri de dengeyle oturtulmuş, bir sağ bir sol ya da iki sağ iki sol renk darbeleriyle ahenkli bir ebru etkisi bırakılmıştı. Böylece Türkiye’de birbirini hiç görmemiş yayınevleri yakınlık kurdu, gördülerse daha da yakından inceleme fırsatı buldu, çünkü karşılıklı gelince bakacak başka yer yoktu.
Harun Yahya ve Fetullah Gülen’in yayınevleri de bahçenin kıyısında birer yer almıştı. Keşke bütün alana bir ebru şekli verilmiş olsa, bahçe bir ebedi fotoğraf haline gelseydi. Ama ucu açık labirent şekli gerçekten anlamlıydı: kapalı bir labirent olsaydı, bir Minotaurus bulmak gerekecekti.
Gerçek Hayat
Bahçenin dışında huzursuz, hummalı bir dünya vardı. Fuarın Alman ve İngiliz-Amerikan kısımları en canlı kısımlardı. Telif hareketinin en yoğun yaşandığı yerin İngiliz-Amerikan kısımları olduğunu, hiç oraya gitmeden, fuarın geri kalan kısımlarındaki çeviri kitap, çoksatar yoğunluğundan da görmek mümkündü.
Bu açıdan çarpıcı olan bir şey, Türkiye kısmında, kendi yayımcısının yerinde bile tek bir Orhan Pamuk resmi ya da kitap sergisi yokken, bütün yabancı Pamuk yayımcılarının etkileyici resimler asıp kitaplarını sergilemiş olmasıydı. Elbette, Dağlarca’nın ölümünün ardından Türkiye kısmında tek bir afiş, tek bir resim asılmamış olduğu düşünülürse, bu şaşırtıcı olmayabilir: sevincini ve üzüntüsünü içine atan bir halkız sonuçta.
Alman ve İngiliz-Amerikan yayımcıların ardından, fuarın en etkin kısımlarından birini Arap yayımcı ve vakıfları oluşturuyordu. Mohammed bin Rashid Al Maktoum Vakfı etkinlikler düzenledi, Paul Coelho’nun övdüğü bu vakıf, eski M.E.B. Yayınları’nı andırır bir biçimde, üç yıl içinde 1000 kitaplık bir dizi önemli kitabı Arapçaya çevirmeyi ve bu arada Arap eserlerinin de başka dillere çevrilmesini hedefliyor. Kalima Vakfı da benzer hedeflere sahip bir vakıf. Türkiye’de Arapçanın yakında daha etkin bir rol oynayacağını, Arapçadan dini eserler dışında eserler çevrileceğini hayal etmek mümkün.
Fransa, Yunanistan, Tayvan’ın şık mekanlarının yanında, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin mekanını görmek şaşırtıcıydı: önünde genç bir adam, uzun bir kuyruk halinde bekleyenlerin isimlerini hatla yazıyordu. Aynı şey Arap ve Bulgar bölümlerinde de vardı, ama bu kadar ilgi görmüyordu. Kuzey Avrupa ülkelerinin bulunduğu kısımlarsa buzul sakinliği içindeydi: ilgilenenler için birçok çeviri desteği, birçok vakıf var, fakat anlaşılan bu ülkelerin dillerini bilenler genel olarak çok az sayıda, çünkü ziyaretçileri çok azdı. Asya ülkeleri daha çok manga’larıyla ve matbaaları, basım olanaklarıyla, genel olarak da sade bir şekilde tanıtıyordu kendilerini. Çin’in gelecek yıl nasıl bir çıkış yapacağı merakla beklenebilir, çünkü ucuz görünümlü, kültürlerini tanıtmaya yönelik kitapçıklara ağırlık vermişlerdi; fakat İngilizce yayınlar bile oldukça azdı, büyük olasılıkla Ekim 2009’a kadar Çin yoğun bir çeviri yılı yaşayacak.
Fuarın en şiirsel kısmıysa Rusya ve Balkan ülkelerinin yer aldığı kısımdı: Makedon bir şairi, karşı mekanda şiir okuyan bir Sırp şairinin sesini bastırmaya çalışarak şiir okurken seyretmek eğlenceli; o sırada hemen arka taraflarında Andrey Bitov’un bir Soljenitsin kitap ve fotoğrafları sergisinin içinde, yirmi kadar Rus dinleyiciye, bütün o gürültünün içinde son kitabını mikrofon kullanmadan tanıtmaya çalışmasıysa, en hafif ifadesiyle etkileyiciydi. (Pamuk’un birçok açıdan Bitov’u andıran bir yazar olması, ikisinin fuarda bulunma simetrisine garip bir anlam katıyordu belki de.) Türkiye’de haber olan Kürdistan haritalarından biri, votkadan burnu kıpkırmızı olmuş Rus yayımcının arkasındaki Kurdisches Pen’in mekanında asılıydı; haritayı yırtan adama “Sizin cumhurbaşkanınız daha dün özür diledi” diye bağıran adamın elindeki haritaysa Kurdistan Book International’in mekanında asılıydı. Bu olayı, Sırpların mekanında sergilenen İvo Andric’in 1961 Nobelini almış Drina Köprüsü romanının yanından seyrettim. Oysa Andric Yugoslavya’nın yazarıydı, Sırbistan’ın değil.
Fuarın ziyaretçi sayısının bu yıl yüzde 5 artarak 300 bini bulmasını Türkiye kendi onur konukluğuyla açıklamaya çalışırken, fuar yönetimi bunu dijitalizasyonla açıkladı. Gerçekten de fuarın merkez konusu yayıncılığın elektronikleşmesiydi: Google Book Search, Amazon ve Libreka! özel ilgi konusuydu. Büyük olasılıkla, birkaç yıl içinde
Gargantua’nın konuğu küçük İskender
Bu arada Gargantua daha bahçeden ayrılıp başka şehirlere gitmeden, bazı sorumlulukları belirdi. Şölene katılan şairler arasından küçük İskender’in Türk Şiiri gecesinde okuduğu şiirler ve genel tavrı, yabancıları değil Türkiye’nin aşırı muhafazakarlarını öfkelendirdi. Vakit gazetesi hiç vakit kaybetmeden onu “eşcinsel-Kemalist” olmakla suçlayan bir haber yazdı. Daha önce birçok kez yaptığı gibi bir kez daha, Türkiye’nin ebruli havasından bunalıp hedef arayanlara yardımcı olmak üzere şairin kitaplarını “ele geçirerek” kitaplardan alıntıları ve şairin profilden bir resmini yayınladı. Kültür Bakanlığı’na bu şairi neden şölene davet ettiklerini sorduklarını, ama yanıt alamadıklarını yazdı.
Bu durumda sorumluluk, Gargantua’ya değilse onun babası Pantagruel’e, yani Frankfurt Komitesi’ne ve Kültür Bakanlığı’na düşmektedir. Çünkü resmi bir konuğun öylece hakarete ve tehdide açık bırakılması doğru bir şey değil. Çünkü Türkiye’de bu tür tehditlerin ardından gelen ölümlere alıştık; bir gün Hrant Dink, bir gün Aktütün.. günler geçip gidiyor. Cumhurbaşkanının da ebruli açılış konuşmasının bir kısa tek cümlesinde söyleyip geçtiği gibi: “Teröre birçok yazarımızı kurban verdik.” Şimdi, bu terörün ulusal sınırları tanımadığını, Frankfurt’a, konuklara kadar uzandığını görüyoruz ve bu kez terörü vakitli bir şekilde durdurmak mümkün.
küçük İskender’e yönelik tehdidi, TYS, yayınladığı basın açıklamasında, yazarın eşcinsel kimliğine yönelik bir saldırı olarak yorumladı. Bu her iki anlamda da yanlış ve yanıltıcı: birincisi, Vakit gazetesinin haberi, her türlü bireysel kimliğe yönelik hakaret içeriyor, net bir şekilde “eşcinsel-Kemalist” diye niteliyor şairi, Kemalist olmayı da hakaretin içine alacak şekilde. İkincisi, haber, tam anlamıyla ifade özgürlüğüne yönelik bir saldırı: şair sanki on sekiz yaş altındakiler için yazıyormuş gibi dilinin müstehcen olduğunu, argolu olduğunu suç olarak göstermekle başlayan bu saldırıyı tanıyoruz – sonu, edebiyatın yüksek komiteler tarafından sipariş edilmesine varıyor. Sadece yöneticiler tarafından okunmaya layık görülen şiirlerin yazıldığı bir ortama varıyor.
Frankfurt’tan yazar ve yayıncıların dönüş uçaklarından birinde, sol örgüt mensubu olarak hapishane anılarını romanlaştırmış bir yayıncıyı Vakit okuyan bir yayıncıyla sohbet ederken görmek, en az fuarda Abdurrahman Dilipak’ı Ermeni Soykırımı Tarihi adlı kitabın yanında otururken görmek kadar ilginç bir şölen anısı oldu. Sorun, Vakit gazetesinin küçük İskender’i kırmaya çağrı yapmasında ve bunu şölen düzenleyicilerinin ve katılımcılarının karşısında cesurca yapmasında. Davet sahiplerinin davetli küçük İskender’in kırılmasından gazetenin sorumluğu olduğunu açıkça ilan etmesi gerekiyor.(SG/EÜ)
* Sabri Gürses, çevirmen.