Bir insanı bile anlamanın zor olduğu yeryüzünde, halkları anlamak çok daha da zor. Bir kalabalıkla halk arasındaki ayrım çizgisi de, bazen insanı üzecek kadar ince olabiliyor.
Halkın kalabalığa dönmesinden bunalıp Mevlana’nın babası Bahaeddin Veled gibi göç edip halkını değiştirmek de kolay değil her zaman; Pir Sultan Abdal gibi, Şeyh Bedreddin gibi kalabalığı halka dönüştürmeye kalkışmak insani, doğal bir zorunluluk oluyor zaman zaman.
Hoca Nasreddin’in, Timur’un Anadolu’da Osmanlı’nın yerini aldığı o tuhaf döneme ait, çok bilinen fıkrası bu ince ayrım çizgisindeki bir kararı güçlü bir şekilde veriyor.
İşte, Timur bir köye, bakıp beslesinler diye fillerinden birini emanet etmiş. Halk file bakarken perişan olmuş, elde avuçta ne varsa vermiş, fili besleyip kendi aç kalmış. Sonunda gidip Hoca Nasreddin’e, “Önümüze düşsen,” demişler, “Timur’a söylesek de kurtarsa bizi bu filden.” “Tamam,” demiş Hoca, köy halkıyla birlikte Timur’a gitmişler. Hoca’yı huzurunda gören Timur hiddetle sormuş, “Ne var?” diye.
Hoca söze başlayacakken arkasına dönmüş, bir bakmış ki arkasındaki halk ortada yok. Dönmüş Timur’a, “Efendim,” demiş, “senin şu bize gönderdiğin fil var ya..” “Ne oldu ona? Öldü mü yoksa?” diye gürlemiş Timur. “Yok,” demiş Hoca, “domuz gibi maşallah, ama onu çok sevdik, yanına birkaç tane daha verseniz de, ortalık şenlense.”
Katliamın bahanesi olarak gösterilen kitap:
2 Temmuz, Anadolu’nun orta yerinde, Sivas’ta yapılan bir katliamın yıldönümü. Bu katliamın temel nedeni, akıl almaz basitlikte bir şey, bir çeviri girişimiydi.
Aziz Nesin, Salman Rushdie’nin Şeytan Ayetleri kitabını Türkçeye çevirtme kararı almıştı.
Sivas’taki bir kültür ve sanat etkinliğine onun da katılacağı öğrenilince, şehirde bu çeviri tasarısını İslam dinine saygısızlık olarak ilan eden ve Nesin’e karşı kışkırtan birtakım bildiriler dağıtılmış, etkinlik günü bu bildirilerle galeyana gelen bir topluluk linç eylemi gerçekleştirmişti.
Topluluktan kaçarak bir otele sığınanlardan 33 kişi, çıkartılan yangında ve sonrasında öldü.
Bu olay münferit katliamlar arasında yerini aldı. Suçlular bulunmadı ya da cezalandırılmadı, sorumlular yargılanmadı, öldürülenlerin anısı resmi bir anıtla, bir anma kitabıyla onurlandırılmadı, hayatta kalan akrabalarının devlet himayesine alınması gibi bir şey önerilmedi.
Yoksul ailelerin şehit çocukları gibi terör kurbanı oldular, ölümleri onlarınkiler gibi münferit katliamlardan sayıldı.
Daha da ilginci, katliamın bahanesi olarak gösterilen kitap, Türkçeye hâlâ çevrilmedi. 15 yıl sonra, hâlâ, “yayınlanması mahkemece de yasaklanan … rezil kitap” (Vakit, 1 Temmuz 2008) olarak anılıyor.
Eğer bu doğruysa, Türkçede çevirisi mevcut olmayan bir kitap yayımlanmadan yargılanmış ve yasaklanmış.
Şeytan Ayetleri olarak anılan ayetler, Necm suresinin 19 ve 20. ayetleri. Rivayet, Hz. Muhammed’in, bir kabileyi İslam’a davet ederken putperest kabilenin putlarını bu ayetlerde yanlış bir şekilde andığı yönünde.
Yani Rushdie’nin kitabına konu ettiği şey, İslam inancının tarihi içinde yer alan söylentilerde maddi bir somutluğa sahip. Ortodoks, yaygın İslam inancı, Rushdie’ye yönelik ölüm kararlarının da gösterdiği gibi, bu rivayetlerin konu edilmesini, kurgusallaştırılmasını kabul etmedi. Türkiye örneğinde gördüğümüz gibi, namaz çağrısının, duaların çevrilmesini nasıl kabul etmiyorsa, bu rivayetleri konu eden kitapların çevrilmesini de kabul etmedi. Bu konudaki tepkinin en ağır ifadelerinden biri, Sivas Katliamı.
Katliamdan 14 yıl sonra, 25 Haziran 2007 günü Salman Rushdie, Britanya kraliçesi II. Elizabeth’ten şövalyelik nişanı aldı.
Ertesi yıl, 14 Mayıs 2008 günü II. Elizabeth, savaş gemisiyle Türkiye’deydi; Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e “büyük haç nişanı” olarak anılan şövalyelik nişanını haçını çıkartarak taktı. Bursa, Ankara ve İstanbul’u gezen kraliçeyi bu nişanlar nedeniyle protesto eden kimse olmadı.
Kimse, cumhurbaşkanının kraliçeden Rushdie’nin kitabının yayımlandığı ülkede, İngiltere’de yasaklanmasını rica etmesini beklemedi.
Hatta, kraliçenin bir camide Kuran dinlemesi övgüyle karşılandı. Oysa aynı kraliçe, sonuçta Şeytan Ayetleri’ni ödüllendirmişti.
Bu durumun ortaya koyduğu gerçeği adlandırmak göründüğü kadar güç olmayabilir: Frantz Fanon’un, “Siyah Deri Beyaz Maske” tanımı, sömürgelinin sömürgeci karşısındaki duruşunu, bir benliğin kendini kendi benzerleriyle değil onu ezen bir başka benlikle özdeşleştirmesini, sömürgeciye olan hayranlığını kesin bir şekilde dile getiriyor. Türkiye’nin son çeyrek asrı; Türkiye’nin Sovyetler’in çevresine çekilen yeşil kuşağın merkez bir noktası olması, süreç içinde SSCB’nin ortadan kalkmasının ardından Türkiye’deki yeşil kuşak öğelerinin bu kez Türkiye’deki merkezi iktidar yapılanmasını, ülkeyi liberal emperyalizmin denetimine koşulsuz bir şekilde sokmak amacıyla yıpratması ve son aşamada bu merkeze yerleşmesiyle geçen bu son çeyrek asır, Türkiye’de siyah derilerin beyaz maske takarak Türkiye’nin Afrikalaştırılması sürecine tam destek vermesini dile getiriyor.
Türkiye’nin Afrikalaştırılması demek, toplumsal yapının çözülmesi, toplumsal bağların yerini cemaat, aşiret.. gibi özelleşmiş bağların alması, iktidar mekanizmasının denetlediği gücün ve ülke servetinin topluma dağılmak yerine dar bir çevrede paylaşılması demek; başka deyişle, Türkiye’nin Afrika tipi sömürgeleştirilmesi anlamına geliyor.
Bütün Türkiye'nin Sivaslaşması
Bu çerçevede, yeşil kuşağın liberal emperyalizmle akıl almaz biçimlerde kaynaştığı, 1993’te Sivas katliamını olağanlaştıranların, hatta bir halk tepkisi sayanların 2008’e uzanan süreçte temel yönetim aygıtlarına, iktidar ve medyaya hakim hale geldiği sürece bakarak, kendi dilini konuşan insanları linç etmekten kraliçenin savaş gemisindeki davetine katılmayı olağan saymaya uzanan bu süreçte gerçekleşen şeyin, siyah deri üzerine beyaz maske giymek, derin bir şekilde yabancılaşmak olduğunu söylemek mümkün. Bu çarpıcı dönüşüm, ikiyüzlülük olmadığına göre, başka bir şekilde tanımlanamaz.
Dolayısıyla, Sivas’ın artık Sivas’tan çıktığını, bütün bir Türkiye’nin Sivas’laştığını kabul etmek gerekiyor.*
Ve Türkiye’de ağır bir travmanın var olduğunu: fakat bu bir “devrim travması” değil, tam tersine bir “devrimsizlik travması”.
Dört bir yandan gelen “devrim” eleştirileri, Türkiye’nin tarihindeki tek dönüşümü, tek bağımsızlık fırsatını, tek iktidarın köklü sarsılma olayını “münferit devrim” ilan etmeye çalışırken, günümüzün asıl sorununu ortaya koyuyor.
Türkiye tek “devriminin” de elinden alınmasını içeren bir “devrimsizlik travması” yaşıyor: sömürgeliye özgüvenini verecek, onu kendi siyah derisiyle barıştıracak tek şey bir devrim, kişiliğini özgürce ifade etmesini sağlayacak bir altüst oluş, efendiye karşı koymadır.
Bu karşı koyma hareketi olmadan benliğini elde edemez. Efendinin temel derdi de bu hareketi engellemek ya da denetlemektir; köleye sorunun ikisi arasındaki ilişkide değil, diğer kölelerle ve geçmişiyle olan ilişkide yattığını, geçmişe, çocukluğuna kaçarak benliğini bulabileceğini öne sürer.
Günümüzün neo-osmanlıcılığı tam da böyle bir kaçışın ifadesi işte – sanki Osmanlı’nın yıkılışının, İslam’ın Balkanlar’dan Arabistan’a dek tarifsiz katliamlarla karşılaşmasının temel faili Britanya Krallığı değilmiş gibi, kraliçenin Kuran dinlemesinden duyulan çocuksu sevinç.
Ve köle, kendisi gibi köle olan babasını beyaz olmamasının nedeni olarak görür: günümüz muhafazakarlığının cumhuriyet takıntısı.
Hoca Nasreddin’in tavrı üzerinde uzun uzun düşünmek gerek. Hoca neden arkasına bakıp da kimseyi göremedikten sonra, Timur’a dönüp kararlılıkla “Bu fil bizi perişan etti, bunu al başımızdan” diyerek öncü hamleyi yapmak yerine, halkını cezalandırmayı yeğliyor? Günümüze göre, bu tam da liberal aydının, neo-muhafazakarların tutumu sayılmaz mı?
Ya da, günümüzde Solun muhafazakar Sağla buluşmasında biraz da böyle bir tutum yok mu?
Fakat bu birçok açıdan doğru bir insani tutum değil: Hoca, kendi insani kararını, inancını ortaya koymak yerine iktidarın konumunu, bu kez halkı cezalandırmak üzere benimsiyor.
Bu fıkrada bizi güldüren şey bu belki de, halkın bunu hak ettiğine inanıyoruz içten içe, iktidardan ürkenlerin iktidar tarafından cezalandırılmayı hak ettiğine.
Fıkra bize korkudan kurtulmak gerektiğini anlatmıyor, Hoca’nın keyfe kader, olumsal tutumunu anlatıyor ve halkın, bir anda çil yavrusu gibi dağılan bir kalabalığa dönüşebildiğini.
Hatta hayalgücümüzü zorlasak, file her gün yiyecek taşıyan, onu suya götüren, onu yıkayan halkı, filin bacağına sarılmış bir çocuğu, yanında fotoğraf çektiren iki sevgiliyi, üzerine çıkıp kulaklarını kaşıyan bir adamı hayal edebiliriz; köyden biri ansızın öfkeye kapılıp file saldırmaya, onu köyden kovmaya kalksa ya da tembel tembel oturan fili bir işte kullanmaya kalksa, Timur’un korkusu ya da file olan sevgilerinden dolayı galeyana gelen halkın onu taşlayarak köyden kovacağını da hayal edebiliriz.
Belki de Hoca bütün bunları gördüğü için dönüp Timur’dan yeni filler istedi, kimbilir. Ama şimdi, tam da şimdi, fıkradaki fili doğrusuyla, yani köye Timur’un atadığı bir yönetici olarak okumak, fakat fıkradaki metaforu olduğu gibi kabul etmeyip, yani Türkiye’ye emperyalizmin yeni bir yönetici daha göndermesini istemeyip, onun yerine metaforu yenilikçi bir şekilde kullanmak ve Türkiye’nin yaşadığı bu devrimsizlik travması için ülkeye şöyle okkalı bir devrim istemek yanlış mı olur?(SG/EZÖ)
* En son Latife Tekin olayında sergilenen çarpıcı bir sorun var. Sadece Hürriyet gazetesi olayla ilgili acil bir internet haberi girdi. Bu haber, büyük olasılıkla, orada gerçekleşebilecek başka olayların önünü kesti. Fakat olay ertesi ve sonraki günlerde basında etkili bir yer bulmadı ve kimse, ama kimse, Tekin’in tam ifadesiyle, yönetimin enerji politikalarının “aşağılık” olduğunu açıkça onaylamadı. Burada sözkonusu olan şeyin, Karadeniz kıyısına ve başka yerlere yapılacak nükleer reaktörlerin insani ve maddi büyük maliyetleri olduğunu, bu tür kararları yapılacak nükleer reaktörlerin insani ve maddi büyük maliyetleri olduğunu, bu tür kararları bütün bir halktan başka kimsenin vermemesi gerektiği olduğunu hatırlamak gerek. Her koşulda, Karabük olayıyla Sivas olayı arasında, her iki olayda da medyanın sonradan gelmesi, her iki şenlikte de muhabir bulundurmaması, kolluk gücü müdahalesinin sözkonusu olmaması, her iki olayın içeriğinin boşalması (olaydan sonra da ne enerji politikası konuşuldu, ne de bir kitabın çeviri özgürlüğü) gibi koşutluklar var. Her iki olayda da, saldırıyla ilgili sorun saldırılanın kendisinde olarak gösteriliyor: Aziz Nesin “ateist,” Latife Tekin “alkollü.”