Gezi direnişinde Mehmet Ali Alabora’nın o ünlü “Mesele sadece ağaç değil, anlamadın mı” tweeti sanatçının başına dert olduğu kadar, direnişin belki de en çok paylaşılan sloganı haline geldi.
Çünkü Gezi, yaşam tarzına müdahale, işsizlik, polis şiddeti, kentsel dönüşüm, soylulaştırma, yerinden etme, muhafazakarlaşma, gözaltı ve tutuklamalar, üçüncü köprüye verilen Yavuz Sultan Selim ismiydi.
Gerçekten de mesele “sadece ağaç” değildi, keza, üçüncü köprü yapımında, Yavuz döneminde öldürülen binlerce Alevi kadar ağaç da öldürüldü, yüzlerce hayvan yurdundan edildi, ne var ki “insan olmayan”ın yaşam hakkı yine tali kalmıştı.
Oysa direniş tam olarak bu insan olmayanların varlığını savunanların, ekolojistlerin, hayvan özgürlüğü ve yaşam alanı savunucularının başlattığı bir direnişti. Amiyane tabirle, ilk sopayı onlar yemişti.
Belki de bu yüzden meselenin sadece ağaç olmadığı kadar ağacı da “sadece”liğe indirgemek Gezi direnişine talihsiz bir yaklaşım aynı zamanda. Çünkü 15 gün boyunca Gezi Parkı ve parkın sakinleri Türkiye tarihinde belki de ilk defa birey olmaktan çıktılar.
Neden mi?
Bundan dört yüz yıl önce René Descartes Cogito argümanıyla, hani o hep bildiğimiz “Düşünüyorum öyleyse varım” sözüyle varlığı kanıtladı. Kanıtladı ancak aynı zamanda bizi solipsizmin talihsiz yalnızlığına, birey denen hapishanelere kapatmanın da yolunu açtı.
Bu dört yüz yıl boyunca dünyayı insan merkezli örgütlemenin bir yolunu bulduk. İnsanın bildiği “var”dı, bilmediği “yok”tu. Dağlar, okyanuslar, bulutlar, hayvanlar, ağaçlar, otlar, amipler hep insan için “yaratılmıştı”.
Varlığımızın evrenin merkezini oluşturduğu algısıyla dağları deldik, fabrikalar diktik, suların önünü kestik ve dev kanallar açtık. Ve ancak kendi türümüzün soyunun tükenmesi tehlikesiyle karşı karşıya kaldığımızda diğer türlere ve evrene verdiğimiz zararın farkına vardık.
Oysa bunca zamandır tam da buna itiraz eden, tam da bu tehlike için bizi uyaranlar vardı.
Pek tabii Otostopçu’nun Galaksi Rehberi’ndeki yunuslardan bahsetmiyorum. Keza onlarla ilişkimiz yunus gösteri parklarıyla sınırlı kaldı.
Ama mesela J.R.R. Tolkien’i dinleyebilirdik. Hani şu izlemek için sinema kapılarında uzun sıralar oluşturduğumuz Yüzüklerin Efendisi’nin yazarı olan Tolkien.
Keza kadim halklardan olan entlerin (ağaçların çobanları), kendileri kadar kadim hatıraları olduğunu, türdaşları ve çocukları olan ağaçlara insanların muamelesine şahit olan kardeşlerinin nasıl da dillerini kaybettiklerini ve yaşama küstüklerini yazmıştı. Bir de öfkelerinin nasıl da dizginsiz olduğunu…
Ya da Gülten Dayıoğlu’na kulak verebilirdik. Çünkü o da Mo’nun Gizemi’nde Tufan’dan kaçan unutulmuş bir halkın evrenle kurduğu farklı iletişimi yazmış, Işın Çağı Çocukları’nda evreni ele geçirme güdüsüyle insanoğlunun tam da nasıl bir yıkıma sebep olabileceğini göstermişti.
Ama en güzel sözü yine Ursula K. Le Guin söylemişti:
Dünyaya orman denir!
Le Guin’in “Dünya’ya Orman Denir” kitabı aslında, “Gezi direnişinin provası” olarak nitelendirilen Mi Minör’den tam 41 yıl önce yazılmış bir direniş destanı. Ve bu direnişin özneleri “insan olmayan” Yaratıkçıklar, aynı bizim Gezimizdeki gibi egemenlerine benzemeyenlerdi.
Le Guin, “Medenileştirilmek” ve artık betondan bir küreye dönen Arz’a çevrilmek istenen evrenin derinliklerindeki Yeni Tahiti Kolonisi’nin barışçıl halkının, kolonici İnsanoğlu’na karşı verdiği mücadeleyi anlatıyor.
Kitabın ilk sayfaları kolonicilerin, kısa boylu, tüylü, “duyusuz”, “evrimini tamamlayamamış” Yaratıkçıklar olarak adlandırılan yerli halkı ve ormanlarla çevrili gezegeni betonlaştırarak “Medenileştirme” çabalarıyla başlıyor. Le Guin, neredeyse tüm kitaplarında işlediği sınıf ve toplumsal cinsiyet meselesine bu kitabında türcülüğü ve asıl olarak da hümanizmi ekliyor.
Yerli halkın dilinde Atshe olarak anılan Yeni Tahiti Kolonisi aslında gezegenle iletişim kuran türlerin varoluş algılarını ortaya koyuyor. Atshe, yerlilerin dilinde içinde yaşadıkları ağaç evlerin yurdu olan “Orman” ile gezegenleri olan “Dünya”ya verdikleri ortak isim. Kolonici insanlarsa gezegene Yeni Tahiti diyor, aynı Arz’da bulunan eski Tahiti gibi fethedilmesi, faydalanılması gereken bir toz kütlesi.
Atshe ile Yeni Tahiti arasındaki fark kolonici insanoğlunun toplumu ile yerli toplulukların yapısına da yansıyor. Yeni Tahiti’de kadınlar Margeret Atwood’ın “damızlık kızı” statüsündeyken Atshe’de yerli halk anaerkil topluluklar olarak yaşıyor.
Hikaye bir Yaratıkçığın, kolonicilerin hiç beklemediği bir şekilde isyan etmesiyle, medenileştirilmiş koloni kampını havaya uçurmasıyla başlıyor. Öyle ki medenileştirme misyonuyla görevlendirilmiş Yüzbaşı Davidson bu duyusuz, aptal, insan olamayacak kadar geri türün nasıl olup da silah kullandığını, kendisini esir aldığını ve canını bağışladığını anlayamıyor.
Erkek insan Davidson kadınlaştırdığı ve yaratıklaştırdığı bu varlıklar tarafından tam da onları kadınlaştırdığı ve yaratıklaştırdığı için aşağılanmış hissederek, hümanizmin insan merkeziyetçiliğinin aslında erkek insan temelli yapısını ifşa ediyor.
Dünyaya Orman Denir, insan merkeziyetçi, fatih ve egemen hümanizme en yumuşak karnından vuruyor. İnsan olmayan dolayısıyla tüm egemenlik ilişkilerinin dışında kalmış görünmez ve sessiz varlıklar, ilk defa kendilerini zapturapt altına almaya çalışan egemenleriyle, onların araçlarıyla mücadele ediyor.
Bu mücadele “silahlı direniş” tartışmasını da beraberinde getiriyor. Atshe’nin yerli halkı mücadelenin “fitilini yakan” Selver’i silah kullandığı için yadırgayarak ona, dillerinde “insan öldüren” anlamına gelen Tanrı lakabını veriyor.
Tanrılığı bir yük ve bir misyon olarak kabul eden Selver kendi varlıkları için misyonunu yerine getiriyor. Ancak bu misyon asla kolonici insanoğlunun sahip olamayacağı bir melankoliye sürükleniyor.
Le Guin’in 130 sayfalık kitabı, 16 günlük Gezi direnişinin bir alegorisi gibi.
Gezi Parkı'nda kurulan halk meclisinde ise bir hayvan özgürlüğü savunucusunun şu videoda şunları söylemişti:
"Biz burda bu parkta yeni bir hayatı inşa ediyoruz. İktidarın olmasını istemediği bir hayatı inşa ediyoruz. Bu hayatı inşa ederken nasıl olması gerektiğine hep beraber karar veriyoruz. Sizden ufak bir sorgulama yapmanızı istiyorum. Acaba biz burda ağaçlar kesilmesin derken hayvanların kesilmesine onay mı vermeliyiz? Yoksa bu köfte ekmek stantlarını, balık ekmek stantlarını bu alandan çıkartmalı mıyız? Ben çıkartmamız gerektiğini düşünüyorum. Kuracağımız hayat hayvan sömürüsünü de dışlayan bir hayat olmalı."
Gezi Parkı'nda köfte ekmek stantları kaldı ama bu veganın sözleri belki de ilk defa hayvanların duyulmayan seslerini kulaklarda çınlattı.
Türkiye'nin görülmeyen, duyulmayan halkları ve türleri ilk defa böylesi bir dayanışmayla egemene karşı çıktı. Yıllarca "taş atan" elleri kınayanlar, solculardan baş çevirenler, "taş atmayı", "barikat kurmayı", "devrim marketi"ni birlikte öğrendi.
Pek çok kişi gündelik hayatlarının ortasındaki “Gezi Parkı” ormanına ilk defa ayak bastı. Vali Hüseyin Avni Mutlu ilk defa Gezi Parkı’nın ıhlamur ağaçlarını andı.
Bu yüzden Gezi Parkı ormandı ve Ursula K. Le Guin’in dediği gibi “Dünyaya Orman Denir”. (EA)