Hepimiz televizyonların karşısında Türkiye’yi büyük bir felakete paldır küldür götüren anayasa değişikliğini izliyoruz ama bir yandan da aklımız döviz fiyatlarında. Dolar da euro da tırmandıkça tırmanıyor. Aslında anayasa değişikliği gerçekleşirse doların da euronun da kaç lira olduğunun yaşamsal bir önemi kalmayacak. Kaç lira olurlarsa olsunlar, biz bir baskı rejiminin sindirilmiş, soyulmuş, aşağılanmış insanları olarak yaşamaya çalışacağız.
Yine de, döviz fiyatlarının artık kalıcı olduğunu tahmin ettiğimiz yükselişinin nedenlerini ve daha ne kadar süreceğini merak ediyoruz. Ne kadar süreceğini bilemeyiz ama neden olduğunu bilirsek belki bazı tahminler yapabiliriz.
Döviz fiyatlarındaki hareketliliğe çeşitli göstergelerle açıklamalar getiriliyor. Küresel ve ulusal koşulların etkisi araştırılıyor. Bu göstergelerin hepsi de önemli. Fakat asıl önemli sorunun, bu hareketliliğin iradi bir karar sonucu mu yoksa elde olmayan nedenlerle mi meydana geldiği olduğunu sanıyorum. Yani Türkiye isteyerek mi parasının değerini hızla düşürdü yoksa bu duruma sürüklendi mi?
Bunu anlamak için önce Türkiye ekonomisinin koşullarına bakmak gerekiyor. Türkiye ekonomisinin ezeli sorunu tasarruf yetersizliğidir. Bu ülkenin geliri yetersiz olduğu için tasarrufu da yetersizdir, tasarruf yetersiz olunca yatırım yapılamaz, yatırım yapılmayınca üretim artırılamaz, üretim artırılamayınca gelir yetersiz kalır. Bu kısır döngüden çıkmanın yolu başkalarının tasarrufunu kullanmaktır. Bunun için de dış kredi alınır, ülkeye yabancı yatırım getirmeye çalışılır, piyasadan sıcak para çekilir. Böylece tasarruf açığı kapatılarak büyüme sağlanır.
En azından İkinci Dünya Savaşından bu yana çok farklı ekonomi politikaları uygulanmakla birlikte, bu formül değişmeden kalmıştır çünkü tasarrufları artırmak için başka bir yol bulunamamış veya denenememiştir.
(Burada bir parantez açıp TÜİK’in yeni Milli Gelir serisine göre Türkiye’de tasarruf oranının neredeyse Çin kadar yüksek olduğuna, dolayısıyla temel sorunun değiştiğine ilişkin tespitini kaale almadığımı belirtmek zorundayım. TÜİK uzmanlarına saygım devam ediyor fakat böyle dönemlerde üst düzey bürokratların çoğunun dirayetine pek güvenmemek gerektiğini bilirim.)
Ayrıca, herkesin bildiği gibi bu ülkede bir de cari açık sorunu var (bildiğim kadarıyla bu veri değişmedi). Yani Türkiye öteki ülkelerle mal, hizmet, yatırım, transfer vs gibi ilişkilerinde harcadığı para kadar para kazanamıyor. Bu yüzden her yıl bir miktar döviz açığı oluyor, bu kadar dövizi bir yerlerden karşılamak zorunda kalıyor.
Şimdi, böyle bir ülkede ekonomi politikalarına karar veren otorite, parasının değerini düşürmek yolunu seçebilir. Paranın değeri düşünce kendiliğinden ihracatın artacağı ve ithalatın azalacağı varsayılır. Pek çok durumda bu varsayım geçerlidir. Böylece ülkeye döviz girişi sağlanır, cari açık küçülür, temel ihtiyaçları ithal etme imkanı kazanılır. Bunun bedeli kendi halkını biraz daha fakirleştirmektir.
Veya ülkeye dış tasarrufların çekilmesine öncelik verilir. Bunun için de ülke parasının değeri düşürülmez, küresel çapta dolaşan sıcak parayı çekmek için faizler yükseltilir. Yüksek faizden yararlanmak için ülkeye bol miktarda döviz gelirse, döviz fiyatları düşer, ülke parası değer kazanır. Bu durum ihracatı desteklemeyeceğinden cari açık büyüyebilir.
Türkiye ekonomisindeki karar merciinin “benim alanım ekonomi” diyen Cumhurbaşkanı ile iki enteresan danışmanı olduğu anlaşılıyor. Başbakan Yardımcısı anlaşılan uluslararası kuruluşlardaki itibarını düşünerek biraz mesafeli duruyor. Maliye Bakanı hala yüksek faizin yıkıcı etkilerinden söz ediyor. Doların ve euronun son sıralar hızla yükselmesi, söz konusu otoritenin tercihi ve kararı olabilir.
Eğer böyleyse, bu bir siyasi tercihtir. Her siyasi tercih gibi bunu da belirleyen bazı varsayımlar vardır. Bu varsayımlar şöyle sıralanabilir; Türkiye’nin teknoloji geliştirmesi mümkün değil, ihracatı artırmanın tek yolu ihraç mallarını ucuzlatmaktır. Fiyatları düşürmenin yolu ücretleri düşürmektir, fark etmez yoksullar zaten şimdi de tasarruf edemiyorlar. Faizler düşerse girişimciler kredi alıp yatırım yapar, istihdam artar, ekonomi canlanır.
Buna benzer düşüncelerin kafalarda dolaştırıldığı belli. Zaman zaman açıkça savunulduğu da oluyor. Fakat yine de dolar ve euronun son günlerdeki hızlı tırmanışı bu tür bir politikanın değil, kontrolsüz bir savruluşun sonucu olabilir.
Söz konusu kontrolsüz savruluşun ekonomiden çok siyasal koşullardan kaynaklanması olasılığı yüksektir. Türkiye ekonomisinin kırılgan olduğu, sağlam temellere dayanmadığı söylenebilir ama bu yeni bir durum değildir. Ekonominin genel sorunlarının böyle hızlı değil daha tedrici etkilerinin olması gerekir. Bu durumda asıl nedenin siyasi olduğu söylenebilir.
Dolar karşısında parası aşırı ölçüde değer kaybeden iki ülke var. Bunlardan biri Meksika, öteki Türkiye. Uluslararası sermaye bu iki ülkeye girmekten çekiniyor. Bu iki ülkeyi riskli buluyor. Bu yüzden bu iki ülkenin parası diğer ülkelerden çok daha fazla değer kaybediyor. Donald Trump seçim döneminde neredeyse bütün politikasını Meksika’ya giden Amerikan şirketlerini yeni vergilerle terbiye ederek ülkeye geri çekmek ve Meksikalı kaçak işçileri zorla geri göndermek üzerine kurduğundan, Meksika ekonomisinin ve parasının sarsılmasını açıklamak daha kolay. Türkiye’yi açıklamak biraz daha zor.
Öncelikle, ülkedeki demokrasi eksikliğinin, seçim sisteminin, gazetecilerin hapse atılmasının, HDP üzerindeki baskıların, sivil toplumun susturulmasının ve bu tür bir dizi uygulamanın etkili olduğunu sanmıyorum. Liberal yazarların bir dönem hararetle savundukları gibi, küreselleşme çağında demokrasinin ve özgürlüklerin önem kazandığı, artık şirketlerin iş yapabilmek için adil ve özgür toplumlara ihtiyaç duyduğu, piyasanın işlemesi için gelir dağılımının düzeltilmesi gerektiği gibi tezlerin tamamen geçersiz olduğunu yaşayarak gördük, biliyoruz. Türkiye ve birçok ülke bu tür sorunları uzun süredir yaşıyor fakat bu durum ne ulusal ne de uluslararası sermayeyi etkiliyor.
O zaman, hiçbir değer yargısına bağlı olmaksızın, herkes için geçerli, nesnel bir tehlike söz konusu demektir. Bu da Türkiye’nin aynı anda çok sayıda riske girmesi ve hepsiyle birden başa çıkmakta zorlanması olabilir.
Suriye’de, bir yandan IŞİD’le savaşırken, öte yandan ülkenin yasal yönetimiyle ve PYD ile çatışma riskine girmek, Irak’ta ülke yönetimine rağmen askeri üs kurmak ve çıkmamakta diretmek, Rusya ile nasıl gideceğini herkesin merak ettiği bıçak sırtı bir ilişkiyi sürdürmek, içerde PKK ile çatışmaları şiddetlendirmek, IŞİD eylemleri yoğunlaşırken çaresiz kalmış bir güvenlik sistemi izlenimi vermek, AB ile pazarlıklarda mültecileri göndermeyi en önemli silah haline getirmek, ABD’yi teröre destek vermekle suçlamak ve bunları yaparken sürekli olarak savaşa hazır bir ülke gibi görünmekte ısrar etmek. Bunların her biri belki tek tek olabilirdi ama bir arada olunca aklı başında kimse o ülke ile iş tutmak istemez. Üstelik Anayasa değişikliği ile ülke yönetimi üzerindeki yargı, yasama, medya ve sivil toplum denetiminin ortadan kalkması başlı başına bütün bu risklerin düzeyini artıracaktır.
Belki şu sıralar hem ekonomik amaçlar hem de siyasal sürüklenmeler aynı anda geçerlidir ve bu da Allah’ın bir lütfu olarak değerlendiriliyordur. (BD/HK)