Yaşlılık; geride kalan yaşantılarımızı, yıllarımızı aradığımız, özlemle andığımız bir dönem mi? Yoksa; geçmişte yaşadığımız acıların bizi olgunlaştırdığı, hayallerimizin gerçeklik kazandığı bir dönem mi?
Yaşlılık; değişiklik ve yeniliklerden ürktüğümüz, ölüm korkusuna kapıldığımız, geçmişteki güzellikleri unuttuğumuz, giderek daha fazla şeye hasret duyduğumuz, daha çok şeye hayret ettiğimiz, hüzünlenecek pek çok şey arayıp, bulduğumuz bir dönem mi?
Yoksa; kalite-severliğimizin arttığı, yaşam kalitemizi yükseltmeğe çalıştığımız, fazlalaşan boş zaman nedeniyle –cesaretimiz var ise- yüzümüze sıkça ayna tutarak kendimizle yüzleştiğimiz bir dönem mi?
Yaşlılık hüzün mü yalnızlık mı?
Yaşlılık, insana sıkça Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun “Yalnızlığın kadarsın / Yalnızlığın mis kokmalı / Yalnızlık dediğin büyük bir zindan / Dünyanın en büyük zindanı / Dinden imandan çıkarır / Ama öyle bir adam eder ki insanı “ dizelerini, kendisine ithafen yazdığını düşündüğü bir dönem mi?
Yoksa, alışkın olmadığımız bir yaşam biçimi olduğundan dönemin getirisi olumlu / olumsuz yeniliklere haklı olarak uyum güçlüğü çektiğimiz bir dönem mi?
Yaşlılığın tek bir tanımı olmadığından ve her insanın yaşlılığı da kendine özgü olduğundan bu soruların tek bir cevabı yok. Ancak hayatının bu dönemini bir kurum şemsiyesi altında, bir huzurevinde geçirme tercihi yapanların yaşamında bazı şeyler farklılaşabiliyor.
Yaşlılığımın uzakta olduğu yaşlarda görev yaptığım huzurevinde tanıdığım her bir yaşlının öyküsü ve yaşlılığı taşıma şekli farklıydı.
Hüznün kadrolu, coşkunun geçici olduğu, bazen hüzne coşkunun bazen coşkuya hüznün karıştığı huzurevi iklimine bir çalışan olarak uyum sağladığınızda, onların geçmişte kalan yaşantılarından kazanç hanenize artılar, öğretiler kaydettiğinizde yaşamınızdaki her şeyin renginin değişiverdiğini –çoğu kez yıllar sonra- fark edersiniz.
Nuriye Teyze, Remzi Baba, Hasan Amca...
‘Belim bükülmeden, gücüm sıfırlanmadan, yüzüm buruşmadan, bütün bunlara bir yığın da hastalık eklenmeden’ dünya değiştirmek isteyen Mehmet Amca’yı tuttuğu futbol takımını şampiyonluğa götüren maç sonrası kaybettiğimizde, yıllar önce terk ettiği evinin bahçesindeki ot, ağaç ve çiçeklerini anlatan Remzi Baba’nın gözlerindeki kırağılaşmış yaşları gördüğümde, odasına her geleni ‘Yaşasın, tavuklu jambonlu özgürlük sandviçim geldi! Hadi verin!’’ diye karşılayan, verdiğimiz bisküileri sandviç niyetine yiyen Nuriye Teyze’yi izlerken, köy kökenli bir kadın yaşlının, kent kökenli bir kadın arkadaşına ‘Ne kadar güzelsin! Yorgan gülü gibi’ dediğini duyduğum anlarda içinde bulunduğum renk değişti.
Gazete okuyan Hasan Amca’ya “Ne var, ne yokmuş dünyada?” diye sorduğumda “Bilmem ki… Okuyorum güya. Ancak bir alt satıra indiğimde, üst satırda ne yazıldığını unutuyorum, evlat.” yanıtını aldığımda, erkek olmadığım ve genç olduğum için huzurevini yönetemeyeceğime inanan Mehmet Amca’nın haklı olarak eleştirdiği sorunları çözdüğümde “Başarıyorsun ama, yine de erkek olsaydın, daha iyiydi.” dediğini duyduğumda, Remington marka daktilosuyla idareden arzuhali olan herkese ağdalı ve usturuplu ifadesiyle ‘istida’lar yazan fahri huzurevi arzuhalcisi Zübeyr Bey’i tanıdıkça renk değiştirdim.
İlk kez gittiği bale gösterisinde kostümleri açık-saçık bulan yaşlımız tarafından ‘bizi günaha soktunuz’ diye suçlandığımda, bir uygulamamızdan hoşnut kalmadığından personele ‘Huzurevi Gestapoları’ adını takan Yunus Bey beni de ‘Hayl müdür’ diye selamladığında, her sabah odasındaki dahili telefonla ‘sevdim bir genç kadını’ ya da ‘günaydınım, nar çiçeğim, sevdiğim’ melodileriyle seranat yapan, geceleri yine telefonla ‘Saatli Maarif Takviminde bugün’ adlı fıkra-şarkı-şiir programı yapan sevgilisi Doğaner Bey aniden dünya değiştiriverince toparlanmakta güçlük çeken Efsun Hanım omzuma yaslanıp ağlarken renk değiştirdim.
Huzurevinde yaşlı olmak da çalışan olmak da zor
Kireçlenmiş kolları izin vermediğinden yerdeki taşları dizmeyip, dağınık bırakarak okey oynayan yaşlıları izlediğimde, odasına henüz yerleştirdiğimiz gardrobun dış yan yüzeyine kocaman bir çivi çakan ve ‘insaf, yani’ diye tepki verdiğim İsa Amca’dan ‘ Ne var! Paltomu asçam’ yanıtını aldığımda, ‘Ben çobandım. Rahatsız yerlerde yatmağa alışkınım ama, yaylı yatak çok rahatsız’ diyen yaşlımızın bunu ifade ederkenki çekingenliğini gözlediğimde, odasının penceresinde kuşlara ekmek ikram eden Vedat Amca ‘Bu dünyada hiç değilse bir sürü kuşun açlıktan ölmesini engellemeye yarıyorum’ dediğinde renk değiştirdim.
Tuvalete yakın bir odaya taşınabileceğini öğrenen Sultan Teyze’nin sevinçten ağladığını gördüğümde, ‘Hisseli Huzurevi Kumpanyası’nda hayatlarının tüm dertlerini, kasevetlerini savmak için şarkılar söyleyen yaşlılara eşlik ettiğimde, demanslı bir yaşlımız tarafından ‘’Bizi aç bırakıyor, burada. Su vermiyor’ diye şikayet edildiğimde, akşam gülüşerek ayrıldığım yaşlıyı ertesi sabah geldiğimde kaybettiğimizi öğrendiğimde, Döne Teyze hasbelkader ziyaretine gelen oğluyla bizi tanıştırırken ki böbürlenmesini fark ettiğimde renk değiştirdim.
Huzurevinde öyle çok renk değiştirdim ki… Ve her renk değiştirişimde “Huzurevinde yaşlı olmak da, çalışan olmak da zor” dedim içimden.
Kabullenmek...
Huzurevinde yaşlı olmak zor bir şey gerçekten. Çünkü orası bazı yaşlılar için ilk, bazı yaşlılar için son, bazıları için de ilk ve son tercih. Daha önce aile içinde saygınlığı, ağırlığı olan bir insan, kendi ya da yakınlarının istemiyle huzurevine yerleştirildiğinde yaşlının bu konumu kabullenmekte zorlanması çok doğal.
Huzurevine gelen yaşlı toplumsal statüsünü yitirdiğini düşünür. Alıştığı, bildiği, hakim olduğu, kendini güvende ve özgür hissettiği, anılarıyla beraber olduğu evinden ayrıldığı için çevre denetimini göreli olarak yitirdiğini düşünür. Yaşlı, ilk kez karşılaştığı farklı kültürlerden gelmiş insanlarla birlikte yaşamak, ortak kullanım alanlarını paylaşmakta sorunlar yaşar.
Huzurevine gelen yaşlının yaşamı kökten değişir. Bu nedenle huzurevindeki yaşamın ilk günü, ilk haftası, ilk ayı, ilk yılı zordur. İştahı azalan, iletişim kurmakta zorlanan, yeni kuralları öğrenmek ve uygulamakta güçlük çeken, psiko-somatizasyon geliştiren, minicik aksamalara katlanamayan, sergilediği tahammülsüzlük kaynaklı davranışlarını kendisi bile onaylamayan yaşlıları anlama çabanız başarısızlıkla sonuçlanır. Neden mi?
Geçmişte hiç bir yaşantısını paylaşmadığı bir insanla aynı odayı paylaşmaktan kaynaklanan sorunların çözümü için sizden destek bekleyen 75 yaşındaki bir insana “Sizi anlıyorum“ deseniz de, bu onun duygularını çoğu kez değiştirmez, mutsuzluğunu yok etmez.
Huzurevinde çalışan olmak da zor. Çoklu insan ortamına uyum sağlamakta zorlandığından içine saklanan her bir yaşlıyı anlayabilmek, duygu dünyasına girmek çoğu kez kuruluş olanakları nedeniyle zorlayıcı.
Kırılmalarına, kurumalarına izin vermemeliyiz
Ancak her bir yaşlının farklığını görebilen ve okuyabilen bir huzurevi çalışanının; yaşama bakışının değiştiği, sağlıklı / kaliteli / anlamlı bir yaşlılık dönemi için yapılma(ma)sı gerekenleri içselleştirerek öğrendiği, daha çabuk büyüyüp, olgunlaştığı, iç görü kazandığı, hüsrana uğrama hakkını saklı tutarak insan tanıma yetisini geliştirdiği de bir gerçek.
Ozan Hasan Hüseyin "İncecikti / gül dalıydı / dokunsan kırılacaktı / dokunmadım kurudu" der bir şiirinde. Doğru: hayat zaten kırılmamak ve kurumamak mücadelesine dayalı. Ancak evimizdeki ya da huzurevlerindeki yaşlıların kırılmasına da, kurumasına da izin vermemek gerek. Nasıl mı? Bu sorunun yanıtı bu yazının amacını aşar. (ŞD/NZ)
*Şadiye Dönümcü, Sosyal Hizmet Uzmanı.
** Bu yazı “sosyalhizmetuzmani.org”da sekiz bölüm halinde yayımlanan “Çemişkezek(!) Huzurevi Müdürü iken” adlı dizi yazımdan derlenmiştir.