1997 yılında İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’de gazetecilik derslerini takip ettiğim Prof. Dr. Nurdoğan Rigel, “Yakın gelecekte herkes kendi haberini yazıp montajlayarak sunacak, haber ajanslarına ve gazetelere gerek kalmayacak” demişti.
Akıllı telefonlarla henüz tanışmadığımız o günlerde, sayın Rigel’in söz konusu öngörüsünü fantastik bulmuştum. Yine de dersinden geçebilmek için sınav kağıdıma, kendi haberini yazıp belgeselini çekerek yarattığı evrende ‘hapsolan’ bireylerle ilgili bir distopya ekleyivermiştim.
Sayın Rigel’in, şüphesiz evrensel basın yayın dünyasındaki gelişmeleri gözden geçirerek; bizi hazırladığı o geleceği nicedir yaşıyoruz. Fakat insan emeğinin hiçleştirilmeye çalışıldığı bu gidişe ne kadar adapte olabildik?
Geçtiğimiz günlerde dizi dünyasında alevli tartışmalar başgösterdi. Bu sorunlar Oyuncular Sendikası’nın 2010 senesinde ‘Yerli Dizi Yersiz Uzun’ eylemleriyle gündeme taşımaya gayret ettiği dizi yapım ve yayınına ilişkin meselelerdi. Bu alandaki haksızlık sektör çalışanları tarafından kanıksanmış ve meslek birliklerinin kısıtlı çabalarıyla düzelme umuduna mahkum kalmıştı.
ID iletişim kurucusu Ayşe Barım’ı odağına alan son tartışmalar ise ‘tekelleşme’ başlığında toplanırken dallanıp budaklanıyordu. Neredeyse her gün bir dizi emekçisi ‘istismar, kelepçe sözleşme, menajerin kast direktörü olarak hegemonya kurması, haksız rekabet ortamı yaratma’ gibi tartışmaları gündeme taşıyan sosyal medya paylaşımları yapmaya başladı.
Ben de bu mevzu üzerine farklı görüşleri bir araya getiren bir metin hazırlamak istedim. Böylelikle dönüm noktası olarak gördüğüm bu tartışmaların sistemdeki ana arızaya odaklanmayı sağlamasını hedefliyordum.
20 senedir dizilerde yer alan bir aktris olarak aynı masayı paylaştığım iş arkadaşlarıma ve sektörde halen çok izlenen yapımların ekiplerinde yer alan emekçilere dört soru yönelttim.
-Kariyeriniz boyunca çalıştığınız alanda ‘istismara’ uğradınız mı? Örnek paylaşabilir misiniz?
-İçinde bulunduğunuz projelerde kamera önü ve arkası ekiplerin oluşturulmasında ‘ayrımcılık’ yapıldığına şahit oldunuz mu?
- Oyuncu menajerlerinin yapımcı, yönetmen, yazar ve yayıncı kanal üzerinde baskı kurduğuna tanık oldunuz mu?
-Projeyi hayata geçirirken beğendiğiniz oyuncu isimlerini yapımcıya iletir misiniz?
Yukardaki soruları ilettiğim 30 sektör çalışanından hiçbiri katkıda bulunmak istemedi. Kimisi tartışmaların yargıya taşındığını ve dahil olmak istemediğini belirtti.
Kimi ise herhangi bir mecrada görüş bildirerek magazinde yer almaktan endişelendiğini ve ‘troller tarafından hedef gösterilme’ kaygısı taşıdığını söyledi.
Burada beni şaşırtan husus, hazırladığım yazıya görüş bildirmekten kaçınanların hemen hepsinin kendi sosyal medya hesaplarından üstü kapalı açıklamalarda bulunmasıydı. Demek ki sektördeki meslektaşlarım da hocam Prof Dr. Nurdoğan Rigel’in söz ettiği ‘yayıncılıkta bireyselleşme’ peşindeydi.
Oysa kapitalizmin en sevdiği evladı ‘rekabet’ ne üründe ne insanda iyilik peşindedir. Tekelleşme her daim haksız rekabete yol açar ve bu da yoksullarla orta sınıfın yok olmasını sağlar, demokrasiye darbe vurur. Zaten sanat eğitimi alma fırsatını çoktandır kaybeden yoksul sınıf, emekçi olarak da kendine ‘tekelleşme’ ortamında yer bulamaz.
Bu da sektör çalışanlarını stratejik işbirliklerine mahkum kılar. Herkes güç odaklarının çevresine kümelenir ve özgün yapımlar üretme fırsatı bulamaz.
1993 senesinde "Süper Baba" dizisiyle yerleşmiş ‘aile’ kavramını tartışmaya açan Şevket Altuğ bu noktada aklıma geldi.
Altuğ 2003 yılında sadece 8 bölüm süren ‘Unutma Beni’ adlı dizi yayından kaldırıldıktan sonra bir daha dizilerde çalışmayacağını açıklamıştı. “Medyadaki bu içerikler hırsızlık, yolsuzluk aslında toplumun azınlığıdır… Büyük çoğunluk namusuyla yaşayan ve evine haram sokmayan insanlardır. ‘Süper Baba’ dizisi onların hikayesiydi.
Oysa artık Türkiye toplumuna sunulan içerikler değişti. Diziler 45 dakika olmadıkça ve bu içeriklerle çalışmayacağım.” demişti.
Altuğ’un tanımladığı içerikler son 20 senede etkinleşen platformlar sayesinde tektipleşti. Aynı konular aynı oyuncular aynı ekipler birbirinin kopyası ürünler üretti. Üretilen içeriklerin ‘kutsal aile’ tanımına aykırı olduğu iddia edilse de hiçbir platform yapımında ‘sermaye karşıtı’ içerik gözlenemedi.
Bu da beni şu noktaya taşıdı. Sürekli pompalanan kötü haberler ve negatif dil bizi kanıksamış ve eylemsiz ‘atıl’ bir ruh haline sürüklüyor olabilir mi?
Herkesin şikayetçi olduğu bir sistemi değiştirmek için ne yapabiliriz?
Zen budist rahibi ve barış aktivisti Thich Nihat Hanh ‘ın ‘Love in Action: Writings on Nonviolent Social Change’ kitabında dediği gibi;
“Değişimi yüksek sesle olumlu ve sevgi dolu bir dil kullanarak başlatabiliriz. Yaptığımız her işte sevgi ve barışı öne çıkarırsak karar verme yetkisi olanlar da sevgiyi öne çıkaracak. Elbette dünya acı ve savaş içinde can çekişen insanlarla dolu.
Onları da kurtarmak için yaşadığımız şimdiki zamana odaklanırsak sadece ‘an’ın kendisiyle ilgilenirsek başarılı oluruz. Korku yüklü filmler ve haberler istemiyorsak evimizde ve işimizde korkak davranmayalım.”
Her ne olursa olsun iyi kalmayı seçenler dünyayı dönüştürecek. Dizi çalışanları bugün birlik olup ortak çalışmalar yürütmeyecekler belki ama Oyuncular Sendikası ‘tekelleşme’ karşıtı bakışına sahip çıkacak ve umudu koruyacak. Güzel günler görmeyi seçmek bir tercih ve dünyayı Şevket Altuğ gibiler değiştirecek.
(FÇ/EMK)