Geçtiğimiz cumartesi günü, İstanbul Alibeyköy otogarında bir filtre kahvenin 170 TL olduğunu öğrendim. Kasada duran çalışana, “Bu fiyatlarla burası yaşanabilir bir şehir değil”, dedim. Çalışan bana, “İstanbul medeniyetlerin başkentidir ve burada yaşayana bir sürü imkan sunan bir cennettir” diye karşılık verdi. Kendimi bir tür simülasyonda, belki distopik bir filme hazırlıksız girmiş figüran gibi hissettim. İngiliz yönetmen Michael Winterbottom’un 2003 tarihli bilimkurgu filmi ‘Kod 46’da anlatılan şehir 2025’in İstanbul’u olabilir miydi?
Gören göz kılavuz mu ister? Hava kirliliği ve müsilajın yoğun olduğu bu ortam nasıl bir cennet tasvirini hak edebilir? Otogarın çevresindeki yamaçlara inşa edilmiş devasa yükseklikteki toplu konutların herhangi bir afette zarar göreceğini öngörmek için çevre ve şehircilik diplomasına gerek var mı? 6 Şubat depreminin ardından alınamayan dersler İstanbul’u bekleyen geleceğe dair ne söylüyor?
Aklıma özlemle andığım Galip Tekin’in distopik İstanbul çizimleri geliverdi. 90’lardaki Beyoğlu Kemancı kültürünün önemli temsilcilerinden illüstratör Galip Tekin, çalışmalarında 2030 İstanbul’unu gökdelenler arasına sıkışmış bir bataklık olarak resmediyordu.
Sosyolog Richard Sennett’ın geçtiğimiz ay Ayrıntı Yayınları’ndan yayınlanan ‘İnşa Etmek ve Yaşamak, Şehir Etiği’ isimli kitabında, sermayenin merkeze göçünün kuzey yarımküreden güneye kaydığını ve kıyıların nasıl tehlike altında olduğunu anlatması; geleceğin ‘açık şehirlerde’ olduğunu ifade etmesi dikkatimi çekmişti. Sadece ülkemizde değil, dünyada da uzun vadeli bir yerleşim planı öngörülemiyor ve yeryüzü kaynakları bu plansızlıkta çarçur ediliyor. Oysa ‘açık şehir’lerde yaşayarak mücadele mümkün, diyordu Sennett.
Yazarın kendisi gibi sosyolog olan ve ilk gençliği Nazi sempatizanı babasının kaçak yaşamı dolayısıyla Arjantin, Fransa, İtalya, Hollanda’da geçen eşi Sasskia Sassen de sermaye hareketiyle insan göçünü düzenleyen kapitalizasyonda büyük aksaklıklar olduğunu ifade ediyor. Merkezden çevreye dağılan işgücü göçünün şehir yaşamını ve toplumu ne denli olumsuz etkilediğini verilerle kanıtlayan bu iki sosyolog, deniz ulaşımının öneminin artacağına vurgu yapıyorlar.
Ben bunları okur ve her geçen gün artan barınma ve eğitim sorunuyla İstanbul’dan ayrılmak üzere eşya kolilerimi hazırlarken, dikkatimi Kalamış Yat Limanı işletme hakkına dair gelişme çekti. Bunca yas ve toplumsal acı arasında belki gözden kaçmıştır. Kalamış ve Fenerbahçe bölgesinde bir süredir hummalı bir dönüşüm yaşanıyor. Açılacak yeni marina ile Anadolu Yakasının ‘Port’u şekillenecek. Bağdat Caddesi kentsel dönüşüm projeleriyle toz toprak altında kalırken şehrin eski sakinleri yeni adreslerine doğru yola çıkıyor.
İşletmesi 40 yıl süreyle Koç gurubuna verilen marina hakkında dün açıklama yapıldı. 504 milyon dolarlık bu ihalenin hangi ortaklıkları içerdiğini ekonomi haberlerinden öğrenebilirsiniz. Bir süredir yılan hikayesine dönen marina ihalesinin ilgimi çeken kısmını paylaşayım...İhale şartnamesi uyarınca Fenerbahçe-Kalamış Yat Limanı’nın 4 yıldızlı bir marinaya dönüştürülmesi için 10 yılda alt ve üst yapı çalışmalarına 150 milyon ABD Doları harcanacağı ifade ediliyor. Bu demek oluyor ki, sermaye karayolu trafiğinin çilesinden yılmış ve limanları büyük marinalarla kendisi için korunaklı hale getirme çabasına düşmüş. Tıpkı Bodrum, Çesme, Ayvalık ve Galataport’ta olduğu gibi…Deprem tehdidinden yakasını sıyıramayan İstanbul, hızla yepyeni projelerle buluşadursun benim gibi doğup büyüdüğü bu şehri terk edenlerin fon müziği de Nazım’ın giderayak yazdığı bir şiirin şarkısı olsun. “Beni o limana çıkaramazsın”.
*Nazım Hikmet’in ‘Mavi Liman’ adlı şiirinde geçen mısradır. Söz konusu cümle, Cem Karaca ve Şebnem Ferah gibi yorumcular tarafından seslendirilmiş ‘Çok Yorgunum’ şarkısında da yer alır.
(FÇ/RT)