Öyle çok uzun yıllar öncesi değil 30-35 yıl öncesinde tümüyle farklı bir sosyokültürel gerçeklik içinde yaşıyorduk. Şimdilerde o dönemi yaşayanların tamamı için milattan öncesi hissini uyandırıyor olsa da.
Sinema, tiyatro ve müziğin her alanında icra edilen konserler ve hatta hafta sonlarının bir ritüele dönüştürüldüğü komşu piknikleri… Biz öğrenciler için bu özel günler, ayrı bir kültür zenginliğinden beslenmek anlamına gelirdi.
Hafta sonunu iple çekerdik. Gittiğimiz klasik müzik konserlerinden bambaşka biri olarak çıkardık. Bir taraftan piyanonun tuşları ruhumuzun karanlık dehlizlerinde kabaran negatif duygulara pres etkisi yaparak onları inceltirken, diğer yandan kemanın içe işleyen sesi adeta frekansımızı yükselterek bizi evrenin ritmi ile senkronize hale getirirdi.
Başka bir hafta sonu karanlık sinema salonlarında kalabalık bir arkadaş topluluğu ile izlediğimiz filmi sadece izlemez, içinde yaşardık. Bunun içindir ki toplumsal gerçeklere ve acılara ayna olan filmlerin sonunda gözyaşlarımız hiç eksik olmaz, günün sonu izlediğimiz filmin kritiği yapılmadan son bulmazdı. Çıtır bir simit ve çay ile taçlanan sohbetlerde hava ile beraber dostluğun kokusunu çekerdik içimize içimize…
Diziler sosyal yaşamında merkezinde
Sonra… Sonra profesyonel bir toplum mühendisliği ile sanata dair ne varsa birer birer hayatımızdan eksiltildi, her geçen yıl alışkanlıklar büyük bir hızla değişti.
Yaşanan güzellikler hafızalarımıza kazınmış anılar olarak geride kalırken başka bir gerçekliğin içinde buluverdik kendimizi. Bir kısmımız sosyal medyanın metalik soğukluğunun içinde özlemle dost sıcaklığı ararken toplumun büyük çoğunluğu kendini dizilere vurdu.
Diziler sosyal yaşamın merkezine oturdu. Arkasından dev bir sanayi can buldu. Aşk, para, ihanet, moda, şiddet, silah, hamaset, entrika, hor görme. Var olmayan şive, racon kesme derken bize ait olmayan bir toplumsal gerçekliğin içinde buluverdik kendimizi. Diziler gerçekliğimizi yansıtmıyordu lakin bir süre sonra diziler gerçekliğimiz olurken, yaratılan bu kaba titreşimler toplumun güzelliklere ve erdemlere senkronize olmuş akordunu da bozdu.
Hal böyle iken son zamanlarda farklı konusu ile gündemde olan bir dizi var. “Mucize Doktor”. Konu otizmli bir birey. Üstün zekalı… Çok başarılı bir cerrah. O kadar başarılı ki hastanenin en gözde doktorlarını dahi gölgede bırakıyor. Ne kadar ulvi bir konu gibi değil mi? Değil!
Evet bu toplumda otizmli bireylerin yaşadığını gündeme getirmesi güzel. Evet otizmli bireyin bağımsız yaşayabilen bir birey olarak kendine yeter hale gelebileceğini vurgulaması güzel. Evet üstün zekalı otizmli bireylerin üstün başarılar ortaya koyabileceğini anlatması da güzel. Yüzde kaçlık bir grup için? Yüzde onluk… Peki ya diğerleri?
Yunanca "autos’’ kelimesinden gelen ve kendi iç haline yönelmiş anlamına gelen otizm, otizm spektrum bozukluğu olarak adlandırılan doğuştan gelen ya da yaşamın ilk yıllarında ortaya çıkan karmaşık nöro gelişimsel bir farklılık. Otistik bireylerin sadece yüzde onu üstün zekalı diyebileceğimiz kısmı oluştururken diğer kısmı tıpkı sıradan insanlar gibi farklılıklar gösterirler.
Hayatın her alanında olduğu gibi bu dizinin içeriği ile beraber engelli bireylerin yaşamına rekabetin zehri yavaşça enjekte edilirken, toplumca kabul görecek otizmli bireyin makbul prototipi tanımlanıyor.
Bu bakış açısı, bir yandan başarılı ve değerli olmanın kriterlerini tariflenirken, diğer yandan da bütün otizmli bireylerin kendilerinin ve ailelerinin zaten zorlaştırılmış yaşamlarına gerçekçi olmayan otizmli bireye ilişkin toplumsal beklentiyi kodlayarak farklı bir sosyal baskıya dönüştürüyor.
Murat Aras
Dizi böyle lakin gerçekler nasıl? Kalan yüzde 90’ın hayatı? Onları kim anlatacak? Çevresel uyaranlara karşı hassasiyeti olan ve bunları kendi doğaları içinde anlatmanın bir yolu olarak kendilerini ifade etmek adına çıkardıkları farklı sesleri “uluma” olarak niteleyen, ailelere hakaretler yağdıran, davalar açan nezaketsiz komşuları, benim çocuğumun sınıfında olmasın diyerek onları idareye şikayet eden hatta yuhalatan velileri, oyun parklarını sadece kendi seçkin ve “normal” çocuklarının ayrıcalığı olarak gasp eden ebeveynleri… Onları kim anlatacak?
TIKLAYIN- Otizmli Ayas'ın ölümüyle ilgili soruşturma
Bakım evinde ölen Muratcan Ayas’ın hikayesini kim anlatacak? Hiç kimse… Zira onun ailesiyle bir arada kalamayacak denli yoksul olmasının nedenlerini, bu nedenlerin ortadan kaldırılması konusunda düşünmemiz gerektiğini, gerçekte toplum olmanın bu sorulara birlikte yanıt ve çözüm aramak demek olduğunu bize anlatacak diziler yeterince reyting yapmaz değil mi?
Oysa ki samimiyetle merak edip öğrenseydik eğer, otizmli bireylerin alışılageldik düzenlerini kaybetmelerinin yaşama olan güvenlerinin kaybolmasına eşdeğer olduğunu bilir ve Muratcan Ayas’ın evinden ayrı kaldığı günlerde yaşadığı acıyı da içselleştirebilirdik.
Başarıyı “mucize” hikayesinden izlerken uykusuz geceler, günler, aylar ve yıllarca verilen emekler sonunda “su” diyen bir otizmli çocuğun başarısına ve annesinin tarifsiz mutluluğuna, gözünden süzülen sevinç gözyaşlarına nasıl bir tanımlama yaparız?
Yaşamın gerçek mucizesinin bu sabır ve sonsuz sevgide saklı. “Ölüm” kelimesinin otizmli çocuğu olan bir ebeveynin boğazına oturan kocaman bir yumru ve anlatılamaz bir kaygı demek olduğunu ne zaman kavrayacağız?
Başarının yolunun “daha”dan geçtiğini ezberleten bir sistemin parçasıyız. “Daha” ile inşa edilmiş bir illüzyon içindeyiz. Daha bizim efendimiz, biz onun kölesiyiz. Rakamlarla derecelendirdiğimiz…
Rakamlara göre toplumun en başarılıları doktorlar sonra diş hekimleri, eczacılar, mühendisler, avukatlar derken liste bu şekilde belirleniyor. Eğitimbilimciler, insanda sekiz zeka boyutu olduğunu ispatladı.
Lakin biz toplum olarak bir iki tanesinde eşelenip duruyoruz. Fiziksel doğanın yeşilini, kırmızısını, sarısını, turuncusunu, mavisini çıkarmak yalnızca siyah ve beyazla yaşamak gibi. Toplumsal doğanın renklerini yok edip her geçen gün biraz daha çölleşerek, çoraklaşıyoruz.
Gerçek sandığımız sanalın ortasında yaşama dair bir algoritma inşa ediyoruz. Rakamların bize bahşettiği hikayelerin emanetçisiyiz. Plastik yaşamlar... Kendi olamayan… Kendini bulamayan. Toplumun kalıpları içinde sıkışıp kalarak, gerçek “benini” ruhunun en derinliklerine gizleyen, kendi “benine” ötekileşen. Belki de öteki olana yönlenen bu toksik öfke, öteki olma cesareti gösterememenin pişmanlığından besleniyordur ne dersiniz?
Başarılı olmak, değerli olmak, güzel olmak, saygıya değer olmak, gözde olmak… Olmak! Ezberlerden özgürleşip var olmanın tanımını yeniden yapmalıyız… Var olabilmek için “daha” olmak zorunda değiliz. Daha başarılı, daha zengin, daha uzun boylu, daha kaslı, daha ince, daha güzel olmamız gerekmiyor… Daha çok eşyaya, daha iyi arabaya, daha büyük bir eve, daha çok takipçiye de sahip olmak zorunda değiliz.
Bergson’un da dediği gibi: “Evren ve varlık, her şeyin kendi kavrayışı, ruhsal aşkınlığı ve kalp yumuşaklığı ölçüsünde bir şey anladığı sonsuz bir renk ve boyut yayılmasından ibarettir.”
İçinde olduğumuz realite parçaların bütünü oluşturduğu kocaman bir puzzle gibidir. Bütün evren bu güzel resmi var eden çeşitliliği ve göz kamaştırıcı renkleri içerir. Ayrılan her parça farklı ve sahibine özeldir.
Ulaşabileceğimiz en büyük başarımız olur, farklılıkların sebebine dair keşfimiz… Her birimiz bu puzzle’ın içinde tam da kendimiz gibi, tam da var olduğumuz halimizle, bize ayrılan yere yerleşiriz. Gerçek mucize odur ki hiç birimiz bir diğerinin yerine geçemeyiz…(HBÇ/EMK)
*Muratcan Ayas'ın fotoğrafı sosyal medyadan.