Çizim: Kürt Kadınları/Zehra Doğan
Her biri ayrı derinlikte hikâyelerin yazıldığı, keşfedilmeyi bekleyen kocaman bir kütüphane gibidir yaşamlarımız… Okumak ve öğrenmek isteyenler için. Hikâyelerimiz zaman içinde kesişir, bir diğeriyle. Her bir kesişimin farklı izleri kalır içimizde. Kimisi üzer. Kimisi eğlendirir. Kimisi düşündürür. Kimisi öğreticidir. Kimi anlık. Kimisi de ömürlük olan buluşmalar...
Rojda, benim için iz bırakan bir karşılaşmaydı. Onu tanıdığım zaman henüz yirmili yaşlarındaydı. Gencecik olmasına rağmen asırlık deneyim yaşamış bir insanın ağırlığı vardı üzerinde.
Gözleri, avcı görmüş yavru ceylanın gözleri gibi, hep ürkek bakardı. Hep sessiz konuşurdu. Hep sevgi doluydu. Parkinson hastası olan annesine, kendi çocuğu gibi bakar, ona bir şey olacak diye ödü kopardı.
Rojda, doksanlı yıllarda boşaltılan, köylerinden, köklerinden kopartılmış, bilinmezliklere savrulmuş yüz binlerce Kürt aileden birinin çocuğuydu.
Gözlerindeki ürkeklik yaşanmış acıların izidir, bilirdim. Lakin hiç soramazdım neler olduğunu… Zira insan ruhundaki yaralar kabuk bağlar zamanla, kabuk bağlar, fakat tam iyileşmez. En ufak bir dokunuş kabuğu kaldırır, yeniden kanatır. Bu yüzden hiç dokunamadım yüreğindeki yaralı alana.
Yüreğim sıkıştı
Evlendi, iki çocuğu oldu. Hiç koparmadık bu dostluk bağını. Vakit buldukça bir araya ve bir birimize iyi gelmeye devam ettik.
Pandemi koşullarında bir süre görüşemedik. Bu özlemle yakın bir zamanda fırsat yaratıp ona uğradım. Kahvelerimizi içerken, küçük oğlu öğle uykusundan uyandı.
Ürkekçe yanıma geldi. Yanaklarından öperken kollarındaki yaralar dikkatimi çekti. Ben kollarını incelerken,‘’Hiç sorma abla, geçen hafta ablamın yanına, köye gitmiştik. Sivrisineklerin saldırısına uğradık. Fazla kalamadan dönmek zorunda kaldık.’’ dedi, Rojda.‘’Öyle mi köye mi gittiniz? Ne güzel. İyi yapmışsınız.’’ dedim, bende.
Köy… Bu üç harfin titreşimi yayılır yayılmaz, Rojda’nın gözleri uzaklara daldı. Yüzünü bir sis kapladı. Vücudu bizimle ama kendisi değil gibiydi.‘’ Biliyor musun abla, köyden ayağımda kırk üç numara, naylon bir terlikle geldim ben Diyarbakır’a! ‘’
Yıllardır anlatmamıştı. İçinde saklamıştı her şeyi. Bu kısa süreli köy ziyareti yaranın kabuğunu sıyırmıştı belli ki.‘’ Kaç yaşındaydın o zaman?’’ diye sordum. O anlatmak isterse ben de dinlemeye hazırdım.
Lice'nin bir köyünde, çiftçilik ve hayvancılık ile geçinen ailenin, sekiz çocuğundan en küçükleriydi Rojda. Anlatmaya başladı;
‘’Önce köyde bazı söylentiler dolaşmaya başlamıştı. Köyü boşaltacaklarmış haberi, evden eve dolaşıyordu. Annem bu söylentilere hiç inanmadı. Olur mu hiç öyle şey?
"Burası bizim evimiz, diyerek itiraz eder, konuyu keserdi. Açık ki aklına kötüyü getirmek istemezdi. Bu söylentilerin iyice yayıldığı sıralarda, köyün erkekleri alındı. Babam da alınanlar arasındaydı. Kimse nereye götürüldüklerini öğrenemedi. Ben küçüktüm. Neler olduğunu tam kavrayamıyordum, ancak annemin dinmeyen gözyaşlarından kötü bir şeyler olacağını hissetmeye başlamıştım. Günlerce babamın yolunu gözledik. Annemin dudakları sessizce hareket halinde, hiç durmadan dua ederdi. Neredeyse geri geleceğinden umudu kesmiş gibiydi.’’
Birden yüreğim sıkıştı. Korkarak sordum;
‘’ Geldi ama değil mi?’’
‘’ Alınmasının üzerinden yaklaşık bir ay sonraydı. Gece geç saatlerde dışarıdan bir ses duyduk. Annem korkarak kapıyı açtı. Baktık ki babam yerde yatıyor. Sürüne sürüne kapının önüne gelmiş. Gözleri öylece boşluğa bakıyordu. Ayaklarının üzerine basamıyordu. Aylarca da basamadı. Tıpkı bir çocuk gibi yeniden yürümeyi öğrendi babam.’’
Babasının ayaklarının altındaki hasarı, Rojda’nın gözlerinin içinde görmek mümkündü nerdeyse. Zorlanarak devam etti;
‘’O sabah her zamanki gibi okula gittik abimle. Yaklaşık bir saat kadar geçmişti. Dışarıdan silah sesleri gelmeye başladı. Öğretmenimiz panik içindeydi. Silah sesleri hiç kesilmeden devam ederken, dışarıdaki dumanı fark ettik. Ateş, okulun çevresini iyice sarmıştı. Hepimiz çok korkmuştuk. Ağlamaya başladım. Abim, o çok sevdiğim, pembe renkli çilek kokan silgisini verdi bana, teselli etmek için. Silgiyi uzağa atıp ağlamaya devam ettim.
"Günlerce süren bir bekleyiş gibiydi benim için. Umudumuzun tükenmeye başladığı esnada, anne ve babamın, bize seslendiğini duyduk. Bir yanda yükselen dumanlar, diğer yanda silah sesleri… Öğretmenimizin şiddeti artan silah seslerinden duyduğu endişe hat safhaya ulaşmış, bizi korumak için içeride tutmaya çalışırken, babam yaklaşan alevlerin telaşıyla öğretmene bizi bırakması için avazı çıktığı kadar bağırıyordu.
"Öğretmenimiz ne yapacağını bilemez halde kapıyı kilitleyerek dışarı çıkmamızı engellemeye çalışıyordu. Zorlayarak kapıyı açtı babam. Annem ve babam ellerimizden sıkıca kavrayarak bizi çıkardılar, tutuşmak üzere olan okul binasından. Onları gördüğüm için seviniyor yine de ağlamaya devam ediyordum. Sürüklenircesine giderken arkama dönüp baktığımda bazı arkadaşlarımın yerde yattığını gördüm.’’
Rojda’ nın gözleri doldu. Sesi titremeye başladı.
"Geride kalan arkadaşlarıma ne olduğunu hiç öğrenemedim.’’
O anlatmaya devam ederken, yerde yatan küçücük bedenler, benim de gözümün önünde canlandı.
‘’Eve doğru koşmaya başladık. Biz koşarken kurşunlar, ayaklarımızın dibine düşüyordu. Eve vardığımızda silah sesleri hala devam ediyordu. Babam büyük bir telaşla bizleri, karşı komşularımızı bir de dedemin kiracısı, Mehmet öğretmenin eşini, ahırın arkasındaki, erzak koymak için kullandığımız sığınağa topladı. Burası dışarıdan fark edilemiyordu. Yirmi iki kişi yaklaşık on beş gün burada kaldık.’’
"Ne yediniz, ne içtiniz bu sürede ?’’ diye sordum. Dehşete düşerek.
"Erzak olarak depoladığımız birkaç çuval pirinç, bulgur ve biraz undan başka bir şey yoktu. İdareli olması için, her birimiz gün içinde bir avuç pirinç ya da bulguru kuru kuru yiyorduk. Erkekler sürekli sırayla nöbet tutuyordu. Bulunduğumuz odanın üzerinde dolaştıklarını duyuyorduk.
"Sigara içip, izmaritlerini aşağı atıyorlardı, izmaritler atıldıkça yukarıda olduklarını anlıyorduk. Babam, neredeyse saat başı bir çatlaktan dışarıyı gözlerdi. Bir gün sigara izmaritleri kesildi. Büyükler, tereddütlü de olsalar dışarıya çıkmaya karar verdiler. Önce erkekler çıktı, kimsenin olmadığından emin olduklarında hepimiz çıktık. Aç ve yorgunduk. Annem tandırı yakıp ekmek yapmaya başladı. Karnımızın doyacağı sevinci ile yakılan tandır, bizi ele vermişti.
Kardeşlerim ve ben korkuyla annemin eteğine sarıldık. O zamanlar Türkçe bilmiyordum. Bu yüzden söylediklerini anlamıyordum. Konuşulan dili anlamasam da kelimelerin içindeki nefreti, öfkeyi ve hakareti duyabiliyordum. Yedi yaşındaydım ve bize neden bu kadar kötü davrandıklarını anlamakta zorlanıyordum.
"Komşumuzun altı aylık bebeği seslerden ürkmüş, bir bebeğin bedeninin küçüklüğünden beklenmeyen bir feryat ile ağlıyordu. Annesi ne kadar çabalasa da bebeği susturamıyordu. Tam o esnada aralarından birisi şiddetle bebeğe ve annesine yöneldi. Annem, telaşla aralarına girdi, bebeği annesinin kucağından alıp mucizevi bir şekilde susturmayı başardı. Bağırıp çağırarak, evin içine girdiler, ellerindeki silahların dipçiği ile evdeki bütün eşyaları kırıp, parçaladılar.’’
Bunca kötülüğün karşısında, birden kendimi çok mahcup hissettim. Öyle ki Rojda’nın gözlerine bakamadığımı fark ettim.
"O zaman mı çıktınız köyden?’’ diye sorabildim.
"O gece, dedemin kiracısı Mehmet öğretmenin eşi ile beraber kaldık. Mehmet öğretmen Samsun’ luydu. Kişisel işleri için, bir kaç gün önce, Samsun’ a gitmişti. Bütün gece silah sesleri yine susmadı. Mehmet öğretmenin eşi çok korkmuş, artık iyice şuurunu yitirmişti. Panik içinde oradan oraya koşturuyordu.
"Bir ara eli titreyerek bulduğu bir parça pamuğu getirip anneme verdi. Kapının anahtar deliğini bununla kapatalım diye ısrar etti. Annem sıkıca sarılarak onu sakinleştirdi. Sabaha kadar evin güvenli olabileceğini düşündüğümüz bir köşesine sığınarak oturduk. Sabahın ilk ışıkları ile birlikte, sesler kesildi. Dışarı çıktığımızda gördük ki evimizin büyük bir kısmı yanmış, hayvanlarımızın tümü ölmüş, sadece üç tavuğumuz sağ kalmıştı. Bir süre sonra Diyarbakır’a doğru yola koyulduk.’’
Rojda’nın gözlerinden usul usul akmaya başladı yine gözyaşları. Yıllar geçse de belli ki ruhunu sarmıştı bir kez daha, sonu bilinmezlik olan, yolculuğun acısı.
‘’Yedi yaşındaydım. Ayağıma kim vermişti bilmiyorum, kırk üç numara naylon terlikleri. Büyük ihtimal bulabildikleri geriye kalan sayılı eşyalardandı. Mehmet öğretmenin eşi, geride kalan üç tavuk ve ruhu hasar almış bedenlerimizle birlikte Diyarbakır’ a vardık. Üç tavuğu satarak ve akrabaların da kattığı üç beş kuruş ile küçük, bakımsız, rutubetli bir bodrum katı tutabildik. Babam, ertesi sabah annemin tüm itirazlarına rağmen tekrar köye gitti.
"Meraktaydık, neden gittiğini anlamadık önce. Akşam olunca iki bavul ile geri döndü. O zaman anladık, Mehmet öğretmenin emanet olarak gördüğü eşyalarını almak için gittiğini.
İki gün sonra Mehmet öğretmen eşini almak için geldi. Biraz sohbetten sonra babam iki bavulunu getirip teslim etti. Mehmet öğretmen şaşırmıştı... Bir babama, bir bavullara, bir bize baktı. Boğazına takılan yumruyu biz de hissettik. Gözleri buğulanmıştı. Güçlükle konuştu;
Süleyman amca sen nasıl bir insansın? Bunca acının arasında sen gidip bunları mı getirdin? Sizin hiçbir şeyiniz kalmamış. Bunca yaşanan felaket içinde beni mi düşündün? diyerek, sarıldı ellerine.
O günden sonra dört kez adres değiştirmemize rağmen, her defasında bir şekilde arayıp buldu bizi, Mehmet öğretmen. Yaşadığımız sıkıntıları her gördüğünde ise tekrar ettiği, size bir ev alayım teklifini bir türlü kabul ettiremedi, babama…’’
Hayret ve hayranlık hisleri aynı anda kapladı yüreğimi. Hikayenin başından bu yana odaya çöken karanlık; irfan okyanusunda yüreği arınmış Süleyman amcanın, iki bavula sığdırdığı erdemlerin ışığıyla, birdenbire aydınlanmış, mis gibi bir insan kokusu sarmıştı her yanı…
Rojda'nın hikâyesini dinlerken...
Süleyman amca iki buçuk yıl dayanabilmişti Diyarbakır‘ da başlayan zorunlu ve yeni yaşama. Akciğer kanserine yakalanmış, kökleri hasar görmüş koca bir ağacın yavaş yavaş kuruduğu gibi, canlılığını yitirmişti, köklerinden koparılmış yorgun bedeni. Rojda ise o gün köyde bırakmıştı çocukluğunu.
Ayağına geçirilen kırk üç numara terliği çıkarmasına, hiç izin vermemişti yaşadıkları. On iki yaşında halı kursunda başlayan çalışma hayatı, farklı sektörlerde, hız kesmeden devam etmiş minicik yüreğine kırk üç beden sorumluluklar yüklemişti...
Rojda’nın hikâyesini dinlerken, birden aklıma geldi, buralara hiç gelmemiş, görmemiş, dokunmamış ama her şeyi çok iyi bildiğini düşünen entelektüellerin yorumları.
Siyasi gündem alevlendikçe bir türlü gündemden düşmüyor Kürtler ve Kürtlerin oyları. Gerçek siyasetin değil anket siyasetinin yapıldığı bir siyaset kültüründe yaşam, rakamlara indirgenmiş istatistiklerden ibaret.
Bir taraftan Kürt halkının kahır ekseriyetinin tercih ettiği parti olan HDP kapatılmak istenirken, diğer tarafta sosyolojik analizlerden aciz sığ siyaset ellerini ovuşturarak bu oylardan ne kadarını devşiririm hesabı yapıyor. HDP, kelimelerden oluşmuş bir tabela gibi tasavvur edilirken, gözden uzak tutulan gönülden de uzaklaşır sanılıyor. HDP, gerçekten zannettikleri gibi birkaç kelimeden ve bir tabeladan mı ibarettir? Şüphesiz, değil…
Çünkü HDP, acılardan dem almış, kalplerin birleştiği hafızadır. HDP, Rojda’ların, Deniz’lerin maruz kaldığı ölçüsüz nefretin, sevgiye yenildiği ve yüzlerinde sahici bir tebessüme dönüştüğü simyadır… Kürt anaların beyaz tülbentleriyle sarıp tüm acıları, sabırla ve umutla yaşamı yüceltme çabasıdır…
Köklerinden koparılmış ve savrulmuş, yorgun gönüllerin, gölgesinde nefes aldığı hayat ağacıdır… Labirentler içinde yalnızlaştıran benlik zannının kibrinden çıkaran, biz olmanın tevazusuyla, birliğe götüren çağrıdır… Süleyman amcanın nefs-i safiyeden verdiği insanlık dersi, Mehmet öğretmenin yüreğinden yansıyan ahd-ı vefadır… Öğrenilmiş çaresizlikten özgürleştiren, başka bir yaşamın mümkün olacağını haykıran, güçlü bir fikriyattır…
(HBÇ/EMK)