Uzun bir aradan sonra, birçok kaygılarla başladı yeni eğitim ve öğretim yılı...
Bu günler hem çocuklar hem de ebeveynler için farklı duygularla yüklüdür. Çocukları, yeninin heyecanı sararken, ebeveynler de gurur ve kaygı ile karışık hislere kapılırlar.
Peki her yerde, her çocuk ve her ebeveyn için durum aynı mıdır? Hep aynı gibi gelirdi bana. O filmi izleyinceye kadar...
Üniversite yılları... Bizim kuşağın en önemli etkinliği tiyatro ve sinemaydı.
Yeni filmler gösterime girince, içimiz içimize sığmaz, ne yapar eder kendimizi en yakın sinema salonuna atardık...
Böyle bir mutlulukla oturmuştum o gün de, loş salondaki koltuğa. Sabırsızca beklerken salonun karanlığı aydınlandı. Ve nihayet film başlamıştı. ''Hakkari' de bir mevsim...''
Portakal sahnesi
Genco Erkal'ın usta oyunculuğu ile filmin konusu ve karlarla kaplı şiirsel anlatı, izleyiciyi içine çekivermişti hızlıca...
Perdeye yansıyan karın soğuğu, İzmir'deki bu salonda bile bizi titretirken, kendimizle bir sohbete başlatmıştı, sırtını dağlara yaslamış bu köyün dinginliğinde, kendini arayan öğretmenin macerası...
Ömrüm boyunca unutamadığım diyaloglardan birisiydi, meşhur portakal sahnesi;
Karanlık çökmüştür. Dışarıda dondurucu bir soğuk... Öğretmen kendi içinde derin düşüncelere dalmışken kapı çalar. İçeri Alaaddin girer.
Öğretmen merakla '' Hayrola Alaaddin?''diye sorar.
Alaaddin :'' Hoca benim kardeş çok hasta'' diye cevaplar.
Öğretmen telaşla '' Nesi var?'' .
Alaaddin :''Ateşi var.''
Öğretmen:'' Dur sana ilaç vereyim '' diyerek hareketlenir.
Alaaddin:'' İlaç istemez hoca, sen ona bir portakal ver. Portakal yememiştir hiç ''diye cevap verir mahcup bir ifadeyle...
Öğretmen, sessizce bir süre bekler. Sonra iki portakalı öğrencisine uzatır. Alaaddin, portakalı usulca alır. İçine bir şeylerin sinmediği bellidir. Sonra iki portakalı gaz lambasına tutar.
O an, yalanın verdiği yük biraz olsun azalmıştır, gözlerini hayretle karışık bir mutluluk ışıltısı kaplamıştır.
Dünyanın en büyük mucizesini görmüş gibi, uzun uzun iki portakalı inceler ve hızlıca odadan koşarak çıkar.
Şaşkınlığın yeni formu
Filmin bu sahneden sonrasını nasıl izlediğimi hatırlamıyorum. Zira ben, Alaaddin' nin gözlerinde takılı kalmıştım.
Alaaddin'nin gözlerindeki şaşkınlık farklı bir form kazanmıştı sanki benim yüreğimde. Hiç susmadan bir ses yankılanıyordu tekrar tekrar içimde.'' Nasıl yani, portakal görmeyen çocuklar mı vardı bu ülkede?''
Alaaddin' nin gözlerinde, yoksulluğun gözleri ile göz göze gelişimiz yıkıcı bir karşılaşma olmuştu. Farklı diyarlardaki acıtıcı yoksulluğun bilgisini getiren haberci gibiydi gözleri.
Lakin birkaç yıl sonra, yaşamın içinden, canlı canlı, nefesini de duyduğum beklenmedik o buluşma, benim için çok daha sarsıcı olacaktı.
Yıllar çabucak geçmiş, üniversite yolculuğumun sonuna gelmiş ve yoğun bir sınav temposu sonrası mezun olmuştum.
Biraz gezmek ve daha önce görmediğim bu şehri tanımak ümidiyle, Diyarbakır' da okul müdürü olan babamın yanına gitmeye karar verdim. Bir iki gün dinlenip, yol yorgunluğunu attıktan sonra babamın görev yaptığı okulu ziyaret ettim.
Seksen dokuz yılı, aylardan şubat... Diyarbakır' ın en soğuk kışlarından birisi. Dışarıda yarım metreyi bulan kar...
Bir süre öğretmenlerle tanışma faslı, çay sohbet derken, okulun dağılma vakti geldi. Çocuklar neşe içinde, bitmez bir enerji ile çıkışa doğru koştururken, tam da o anda iki çocuk dikkatimi çekti.
Gözlerim nedense ayaklarına kaymıştı. Her ikisinin de ayağında siyah lastik ayakkabı vardı. Bu soğukta lastik ayakkabı ile üşümüyorlar mı acaba derken ayaklarındaki siyahlık gözüme çarptı...
Lastik ayakkabının içindeki çorap değildi. Çocuklar çıplak ayaklarını, çorap görüntüsü vermek için, siyah bir boya ile boyamışlardı... Bu görüntü içime bıçak gibi saplandı.
Yoksulluğun gözleri
Çocuklardan biri o an ayağına baktığımı fark etti. Utangaç bir telaş yaşadı, ayaklarını nereye gizleyeceğini bilemedi...
Bense onun tedirginliğini hissedince gözlerimi nereye çevireceğimi bilemezken, birden göz göze geldik...
Belki bir dakika kadar bir birimizin gözlerine sabitlendik... Tanımıştım bu gözleri... Alaaddin' de görmüştüm yıllar önce...
Yoksulluğun o hüzünlü gözleri... Kendimi toplayıp hemen gülümsedim küçüğe, biraz olsun rahatlasın diye. O da minnettar bir tebessümle cevap verdi, onu ele vermeyeceğimi tahmin etmişti.
Dışarıya doğru hızla koşarken akşamın ayazı yaladı, çocuğun siyah boyalı çıplak ayaklarını... Benimse yüreğime inen bir tokattı, çocukların çıplak ayakları...
Günün sonunda benim için artık hiçbir şey eskisi gibi değildi. Ne gökyüzünün maviliği, ne gönlümün neşesi, ne de gelecek hayalleri... Susturamıyordum sorgulayan o kızgın sesi... Hırsızsın sen, diye bağırdım kendi kedime... Hırsızsın, dedim öfkeyle...
Dolabında fazla olan pantolon, gömlek, ceket ne varsa... Modeli güzelmiş diyerek aldığın ayakkabı... İhtiyacın dışında sahip olduğun her şey için... Hırsızsın sen... Hırsız!
İşte bu boyalı ayaklar, dönüş yolunu yürünmez kılmıştı benim için... Hiç bir şey olmamış gibi geri dönemezdim. Yaşamımın geri kalınında, çorapsız çocuklar için kaldığım Diyarbakır'da, onların ruhumu saran saf ışığıyla zenginleştim.
Yoksulluğun, eğitime eşit erişimin önündeki en acıtıcı engellerden biri olduğunu bu deneyimle öğrenmiştim. Peki ya diğer engeller?
Anadil eşitsizliği
En büyük eşitsizliklerden diğerinin ise anadil olduğunu, Hasan'ın hikayesini dinlerken öğrendim. Onun mizah katıp gülerek anlattığı anıları, sona geldiğimizde beni ağlatmıştı.
''İlkokula başlamadan bir süre önce taşınmıştık Diyarbakır'a... Bir ayağımız köyde bir ayağımız şehirdeydi. Köyün yeşilinden, genişliğinden, özgürlüğünden ayrılmak çok zor gelmişti aslında.
Şehre yerleştikten kısa bir süre sonra beni okula yazdırdılar. Okul alışverişi benim için çok keyifliydi.
Defter, çanta, silgi, önlük, ayakkabı... İçimi büyük bir heyecan sarmıştı. İlk gün okula babamla birlikte gittik. Bana yol güzergahını ve neler yapmam gerektiğini detaylı olarak anlatmıştı.
İkinci gün sabah okula yalnız gittim. Sınıfa girer girmez bir tuhaflık olduğunu sezinledim. İlk günün telaşı, heyecanı, babamın varlığı, bana hissettirmemişti besbelli, Türkçe bilmediğimi.
Sınıfta Türkçe konuşabilen bazı çocukların olması beni daha çok endişelendirmişti. Kimsenin Kürtçe konuşmadığını fark ettiğimde, sadece kendimin Türkçe konuşamadığını sanmış, bütün günü susarak geçirmeye karar vermiştim.
Öğretmenimiz, sürekli konuşuyor, bir şeyler anlatıyor bense, söylenenlerin hiçbirini anlayamıyordum. Her teneffüs sonrası tahtanın önünde ellerini kavuşturup; ''Çiçek olun, çiçek olun'' diye bağırıyordu.
Ben bu ifadeyi, ''Çiçek çizin''diye anlıyor, paniğe kapılıyor, büyük bir duygusal çöküş yaşıyordum... Çiçek çizmeyi bilmiyordum ki!
Köyün, mahallenin, evin en hareketli, en konuşkan çocuğu olan ben, sessiz ve sözsüz bir dünyanın karanlığında kaybolmuştum.
Sınıfta geçirdiğim suskun saatler alışkanlığa dönüşmeye başlamış, iyice kabuğuma çekilmiştim.
İçimdeki yaşama sevinci sönmüş, okula gidiş bitmeyen bir karın ağrısı ve omuzlarımdan beni adeta aşağıya doğru iten, her gün daha da ağırlaşan, kilolarca yüke dönüşmüştü.
Bir süre böyle devam ettim. Geç kaldığım bir gün okul yolunda, ayaklarım ileri, ruhum ise beni geri geri götürürken, aniden karar verdim. Bu işkence bitmeliydi. Artık okula gitmeyecektim.
Sarı zarflar
Ertesi sabah, her zaman olduğu gibi bir simit parası kadar olan harçlığımı alarak evden çıktım. Sıradan bir gün gibi aynı yolu yürüdüm, fakat bu kez içeri girmeden okulun kapısının önünde rotamı değiştirdim.
Ermeni Kilisesinin önünden geçerek Keçi Burcuna ulaştım. İlk gün benim için sevinç ile karışık endişelerle doluydu. Bulunduğum noktadan, başka bir okulun zil sesini duyabiliyordum.
Çıkış zilini duyunca, koşarak okuldan dönen kalabalığa karışıp evin yolunu tuttum.
Akşam eve vardığımda herkesin davranışını merakla incelemeye koyuldum. Kimsenin durumdan haberdar olmadığını anladığımda, yatağa rahat bir nefes alarak girip huzurlu bir uykuya daldım.
İlk günün acemiliğini üstümden attıktan sonra günler benim için çok keyifli geçmeye başlamıştı. Süleyman Nazif İlkokulunun önünden başlayarak, bir gezgin gibi şehri dolaşıyor ekseriyetle de Keçi Burcunu kendime mesken tutuyordum.
Ayaklarımı burçtan aşağı sarkıtıp, Hevsel Bahçelerini seyrederken, hayal gücümün sınırları ortadan kalkıyordu.
Bazen kaleler kurup, bu kalelerin hükümdarı oluyor, savaşlar kazanıyor, yeni kaleler fethediyor, bazen de meşhur bir futbolcu olup şöhretin tadını çıkarıyordum.
Planım sorunsuz işliyordu ama kontrolüm dışındaki bir detay tadımı kaçırmıştı. Bir kaç kez eve gelen sarı zarflar sonrasında, yediğim azarlardan anladım ki, okula gitmediğimin bilgisi bu zarflarla geliyordu. Bu sorunu çözmem gerekiyordu.
Bunun için benden iki yaş küçük kız kardeşimi örgütledim.
Bir simit parası olan harçlığımı, arada bir onunla paylaşmam karşılığında, eve gelecek olan sarı zarfları ortadan kaldırması için anlaştık. Bu anlaşma bazı günler aç kalmam anlamına gelse de özgürlüğüm karşısında ödediğim önemsiz bir bedeldi benim için.
"Karne almadın mı?"
Her şey çok güzel gidiyordu. Okul öncesi günlerdeki gibi, yaşam benim için bir kez daha neşeli hale gelmişti. Aksilik çıkmasın diye her şeyi ince ince hesaplıyor, arada bir daha önce öğrendiğim çizgileri defterime çizerek, aileme ödev göstermeyi de ihmal etmiyordum.
Zaman su gibi akmış, günler benim için birbirinden farklı keşiflerle geçmişti.
Bitmez sandığım bu rutinim, yazın gelmesi ile hiç farkında olmadan sona yaklaşmıştı.
Tüm detayları hesaplayan ben, okulun tatile gireceğini ve birde karne alacağımız ayrıntısını, tecrübem olmadığı için hesaplayamamıştım. Ve nihayet son ders zilinin çalmasıyla da okullar kapanmıştı.
Her zaman olduğu gibi zil çalınca eve geldim, gelecek fırtınadan habersizdim ve hiç beklemediğim anda, sofrada beni dehşete düşüren o soru yöneldi babamdan; ''Sen karne almadın mı?''. Heyecandan ne diyeceğimi şaşırdım.
Yutkundum:'' Benim öğretmenim hastaymış, sonra vereceklermiş.''diyebildim panik bir halde. Sonrasını hesaplayamadan ağzımdan dökülüvermişti kelimeler... O sonranın, çabucak geleceğini bilemezdim...
Birkaç gün geçti, vardiyaya gitmediği o gün babam .'' Hadi hazırlan karneni almaya gidiyoruz .'' dedi. Birden gözlerim karardı. Sırtımdan aşağı akan terin soğukluğunu hissedip ürperdim. Hiç bir şey diyemedim. Dilim damağım kurumuştu. Elim kolum bağlıydı.
Çaresiz, babamla birlikte yola koyulduk. Hiç bitmesin istedim bu kez okulun yolu...
İçeri girdik. Babam, karne almayı becerememiş olma ihtimalimin rahatlığı ile okul müdüründen karnemi istedi.
Müdür, adımı ve sınıfımı sordu. Evrakları karıştırdı. Sonra şaşkın bir ifadeyle bir bana, bir babama baktı.
Aynı ifadeyle de ''Oğlunuz uzun süredir hiç okula gelmemiş ki, devamsızlıktan kalmış'' dedi. İşte o an babamın vücudundaki tüm kasların gerildiğini hissettim.
Babam teşekkür etti ve başka bir şey demeden sessizce sol eliyle elimi kavradı. Okuldan birlikte çıktık.
Havaya kalkan kemer
Okul kapısından biraz uzaklaştıktan sonra pantolonundan kemerini çıkardı. Olacakları tahmin etmiştim ama korkudan ayaklarım hareket edemez haldeydi. Babamın yüzünde hayal kırıklığı ile karışık, adeta şimşek gibi çakan bir öfke vardı.
Duygularının şiddeti havaya kalkan kemerinden vücuduma şaklayarak çarpıyor, darbeler ardı ardına geliyordu. Kendimi nasıl koruyacağımı bilemiyordum. Sol eliyle beni sıkıca yakalamış, sağ elindeki kemerle bacağıma, koluma, yüzüme vuruyordu.
Eve kadar sürdü bu işkence. Bir buçuk kilometrelik dönüş yolu, bana dünyanın çevresini dolaşmışız kadar uzun gelmişti...
İlk darbede tarifsiz bir acı hissettim. Çok canım yanıyordu. Lakin birkaç darbeden sonra fark ettim ki acıyan tenim değil, yüreğimdi.
Dilini hiç anlamadığım, günlerce bana; ''Aptal, geri zekalı çocuk, hiç konuşmuyor.'' diyen bir öğretmenin, fiziksel ve duygusal şiddetine maruz kalmıştım.
Hiç kimse benim neden konuşmadığımı sormamıştı bile. Türkçe bilmeyen bir öğrencinin yaşadığı travmayı yorumlayamayacak kadar irfandan uzak bir anlayışın karşısındaydım. Mutsuzdum.Tınısını, anlamını bilmediğim bir dilin konuşulduğu bu sınıfta, değersiz ve yapayalnızdım.
Tek isteğim, annemin kucağında sevgi ile beni saran seslerin, anadilimin huzurlu limanına sığınmaktı. Hiç kimse neler yaşadığımı anlamamıştı. Küçücüktüm ben...
Her inen darbe ile bunları düşünüyor daha da öfkeye kapılıyor, tekrar tekrar bağırıyordum bu haksızlığı, kendi içimde sessizce ve anadilimde...
O an korkudan haykıramamıştım tüm bunları. İsyanım kelimelerle değil, fakat damla damla birikip, gözyaşları olarak akmıştı, tane tane, dayaktan kıp kırmızı olan yüzüme...''
Çorapsız, dilsiz...
Portakal yiyemeyen, çorapsız, dilsiz bırakılan çocuklar... Sınıfların kapıları ardındaki eğitim; şüphesiz yoksullar, anadilinde eğitim alamayanlar, kız çocukları ve göçmen mülteci çocuklar için eşit değildir...
Kapıların ardı, her biri diğerinden acı travmalar barındırır. Ve fakat bazı çocuklar vardır ki o kapıdan içeri dahi alınmamıştır, onlar ekseriyetle kapının dışında kalanlardır. Bu çocukların hikayeleri ise dışarıda yazılır. Kimler mi? Engelli çocuklar...
Engelli çocuklar, kendi özgün durumlarına göre sorunları farklı farklı yaşarlar.
Ortak sorun, düşük beklenti, görmezden gelme ve sisteme yük olduğu inancı ile ön yargılar olurken, yaşamın her alanında olduğu gibi ayrımcılık, sosyal dışlanma ve damgalama eğitim alanında da engelli çocukların karşılaştığı toplumsal yaklaşımlardır.
Ortopedik engelli çocukların en büyük sorunu erişilebilirlik olarak kendini gösterir. Zira taşıtlar, kaldırımlar, merdivenler, bir okulu mimari olarak var eden tüm fiziki yapı, toplumun normal olarak kabul ettiği çocuklara göre inşa edilmiştir.
Körler ve sağırlar için ise durum daha da farklıdır. Onlar ilkokuldan itibaren toplumdan tecrit edilerek ayrı okullarda, evlerinden uzakta, izole bir eğitim yaşamına zorunlu kılınmaktadırlar.
Böyle bir yöntemin kör ve sağır olan engel grupları için daha faydalı olacağını savunan anlayış, aslında söz konusu uygulamanın öjenizm olduğu gerçeğini görmezden gelmektedir.
Engelli çocuklar içerisinde belki de en görünmez olan grup ise nöroçeşitli çocuklardır. Bağımsız yaşam yetilerini kazanabilmeleri için eğitime en çok ihtiyaç duydukları dönemlerde bu çocuklar ve aileleri için eğitim; çok uzun ve sancılı bir yolculuğun adıdır.
Kaynaştırma?
Büyük uğraşlar sonucunda alınabilen raporların kendilerine tanıdıkları haklara ulaşabilmek adına veliler, okul okul dolaşarak çocuklarını kabul edecek kurumlar aramaktadırlar.
Bazen öğretmenin, bazen diğer velilerin, bazen de okul idaresinin engellemeleri ile karşılaşan aileler, nihayet yorucu bir çabadan sonra onay alabilmektedirler.
Sahip oldukları yasal hakların, kendilerine büyük bir lütufmuş gibi sunulmasına ise ebeveynler, çocuklarının hatırına yutkunarak katlanmak zorunda kalırlar.
Zorlu bir çabanın sonunda kabul veren okullarda ise ' kaynaştırma' olarak adlandırılmış eğitim; çoğu zaman bodrum katlarında gözlerden uzak bir sınıfın içinde benzer çocukların bir araya toplanması ile verilmektedir.
Kimi okullarda bu sosyal dışlanma, teneffüs saatlerinin dahi farklı zamanlarda uygulanması ile keskin bir eşitsizliğe dönüşmektedir.
Bir kaynaştırma sınıfında toplumun normal kabul ettiği öğrencilerle okuma şansını yakalayabilmiş nöroçeşitli öğrencinin, sırasında tek başına oturtulmasıyla mahkum edildiği yalnızlık ta toplumun normal olanlarının, farklılıklar için ayrımcılığı, masum gerekçeler üreterek meşru hale getirmesidir.
Hakkari'de bir mevsim
Ülkemizde her yeni eğitim yılı bir mevsim değil, dört mevsimdir. Aynı eğitim yılında dört mevsim birden yaşanır aslında evlerde ve okullarda... Kimi evlere bahar gelir. Ağaçlar tomurcuk verir, dallar yeşillenir.
Tomurcukların rengarenk çiçeklere dönüşmesini beklemek heyecan vericidir. Kimi evlerin payına düşen de darmadağın eden hortum, amansız bir kasırga... Kimi evler yaprak döker... Kimi evlerse karın ayazıyla buz keser...
Ve filmin sonu gelir... Hakkari'de bir mevsim. Son derse girilmiştir. Ayrılığın acısı çöken öğretmen, buruk bir şekilde girer sınıftan içeri... Şefkatle bakar gözleri;
''Ama ben sizden şimdi giderayak bir şey istiyorum. Bütün öğrettiklerimi unutun.''
Kitaptan öğrettiği entelektüel bilginin, hakikatin bilgisi karşısındaki kifayetsizliğidir bu sözleri söyleten. Zira burada öğretmenin ve öğrenmenin bambaşka boyutlarını keşfeden öğretmen, 'öğretmek' için geldiği, bu masalsı ıssızlığın içinde 'öğrenen' olmuştur.
Ez cümle eğitim sistemimiz üzerine söylenmesi gereken, en doğru cümle budur belki de... Bütün öğrendiklerimizi unutmalı...
Belki de öğrenmenin sadece kitaplarla tamamlanmayan, son nefese kadar süren, uzun bir yolculuk olduğunun anlayışına varmalı. Doğru olarak dayatılan tüm kalıpları, ezberleri, zanları unutmalı...
Ve en başından ve yeniden başlamalı her şeye, sevgiyle, nezaketle ve hep birlikte...
(HBÇ/PT)