Gazeteci Franklin Lamb, katliamdan 28 yıl sonra, geçen sene Eylül ayında, Sabra ve Şatila kamplarını ziyaret etti. Lamb'e olay yerini katliamda kocasını ve iki kızını kaybetmiş Filistinli bir mülteci olan Zeina gösterdi.
Elinde sürekli oraya buraya sıktığı bir sprey parfüm vardı; "Kusura bakmayın," diyordu Zeina misafirine. Ama otuz sene önceki o katliamın kokusu kendisinin ve komşularının burnundan bir türlü gitmiyordu.
Kötü anılar hangi yollardan dönerler şimdiye? Onları tekrar tekrar zihnimize taşıyan şey nedir? Bir koku mu, bir ses mi, bir tat mı, bir sözcük mü, bir mekân mı? Nedir acıyı tetikleyen o meçhul şifre?
Ekşisözlük'ten bir arkadaş çocukluk anılarından çıkarıp yazmış:
"Diyarbakır'da geçirdiğim çocukluğumda cezaevinin önünden dolmuşlar geçerdi. Nereye gittiğimizi tam hatırlamıyorum ama annemle ben seyir halindeyken dolmuşta önümüzde oturan her halinden mürekkep yalamış olduğu belli olan bir bey, kulağını eliyle kapayıp, kafasını yere doğru iyice eğip sessizce "Yapmayın" diye haykırmış ve yolun diğer kısmında ise zangır zangır titremişti..."
Anekdotu okuyunca keşke öyle olsaydı, dedim, keşke ellerle kulağı kapamak yetseydi o sesleri duymamaya. Keşke yalnızca Diyarbakır Cezaevi'nin yanından geçince hatırlansaydı o korkunç hatıralar.
Keşke öyle olsaydı: Kulağını kapatır işine bakardı kurbanlar. Diyarbakır Cezaevi'nin yakınından geçmeyiverirlerdi; olur biterdi. Hele Diyarbakır Cezaevi'ni yıktık mıydı, kökten hallolurdu her şey.
Ama ya öyle değilse, ya Diyarbakır Cezaevi'yse kurbanların yanından geçen? Ya o cehennemi yaşayan binlerce insanın zihnine kazınmış sayısız hatırayla, acıyla, korkuyla, öfkeyle, utançla, sesle, kokuyla, tatla katlanarak çoğalan birbirinden korkunç on binlerce yüz binlerce Diyarbakır Cezaevi varsa?
Ve zamanın herhangi bir yerinde apansız belirip bir "kara hatıralar treni" olarak yalnızca hatırlayan kişinin yanından geçiveriyorlarsa o korkunç heybetleriyle? O zaman ne yapacağız? Nasıl yıkacağız bu yüz binlerce Diyarbakır Cezaevi'ni?
Ya kurbanlarının peşinden dağlara da çıktıysa bu cezaevleri? Ya Türkiye'nin bütün şehirlerine, köylerine, en ücra mezralarına kadar gittiyse peşlerinden? Ülkeyi terk eden binlerce politik sürgünün peşi sıra binlerce Diyarbakır Cezaevi ulaştıysa Avrupa'nın sayısız kentine de?
"Bu şehir arkandan gelecektir" diye ne güzel söyler şair öyle. Kim mırıldanmamıştır kaçıp gidebildiğini düşleyerek, melankoliyle. Ama Kavafis "Bu şehir arkandan gelecektir" derken, sokaklardan, denizden, çocukluktan ve yaşlılıktan bahsediyordu.
O şehrin Diyarbakır da olabileceğini ve o Diyarbakır'la beraber içi kelimelere dökmeye çalışmanın sonsuza dek zavallı bir çaba olarak kalacağı akıl almaz işkencelerle dolu bir cezaevinin de gelebileceğini söylememişti.
"Hatırlamak" ve "unutmak" bizlerin özne olarak hâkim olamadığımız, tam tersine bize hükmeden kaprisli fiillerdir. Bu eylemlerde ipler bizim elimizde değildir. Özne eylemin kendisidir: Hatırlama bizi hatırlar. Unutma bizi unutur.
Hatırlama kendisini unutsun ister, işkence mağduru, unutma kendisini hep hatırlasın ister. Bir türlü unutamama söz konusudur işkence mağdurları için ya da aralıksız aynı sekansı hatırlama. İnsan nasıl unutur canını acıtan hatıraları, nasıl yener, nasıl savaşır, nasıl yıkar, nasıl gömer?
"İşkence edilen kişi, işkence edilmiş olarak kalır" diye yazar Jean Améry.
"İşkenceye uğrayan kişi artık dünyaya uyum sağlayamaz, bir hiç yerine konmanın getirdiği bulantı asla yok olmaz. Yüze atılan ilk tokat ile parçalanıp, daha sonra işkenceyle yok edilen insanlığa güven duygusu bir daha kazanılamaz." (çev. Kemal Atakay)
Bu sıkıntıları alt edip hayata yeniden katılabilmek için adını, ülkesini, dilini, hayatını değiştirenler oldu.
Nazi toplama kamplarının pek çoğunu dolaşıp hayatta kalabilmeyi başaran Belçikalı Jean Améry de, adını ve ülkesini değiştirenlerdi. Gerçekte Avusturyalı Hans Mayer'di. Belçika'ya yerleşti. Kitaplarını Almanca yazdı ama uzun yıllar Almanya ve Avusturya'da yayınlanmasına izin vermedi.
André Gorz adını, dilini ve ülkesini değiştirdi. Gerçekte Avusturyalı Gerard Hirsch'ti. Sonradan Fransız André Gorz oldu. Ülkesinden kaçarken bir daha Almancayı kullanmayacağına yemin etmişti. Karısı Dorine'le beraber Fransa'ya yerleşti, bütün kitaplarını Fransızca yazdı.
Neden dilini değiştiriyor bu insanlar? Bu kadar önemli olabilir mi dil? Geçmişle ne tür kaçınılmaz bağlara zorluyor kurbanı? Acının, işkencenin yaşandığı somut bir dili reddederken, o travmatik anıları toplu olarak, artık kendileri için temel bir uyaran olmayan bir dilde bırakmayı mı deniyorlar?
Diyarbakır Cezaevi'nden çıktıktan sonra bir daha Türkçe konuşmayı reddeden kaç kişi var bilmiyoruz ama şunu söyleyebiliriz: Herhangi bir Diyarbakır Cezaevi mağduru için yaşadıklarını Kürtçe anlatmakla, Türkçe anlatmak arasında büyük bir uçurum vardır.
Ancak bu sefer, bunun ana sebebi mağdurun anadilinin Kürtçe olması değil; zulmün Türkçe olmasıdır. Türkçenin onu belleğin karanlık sularına çekip o acı hatıraları yeniden yaşamasına sebep olacak sayısız kara delikle dolu olmasındandır.
Diyarbakır Cezaevi'ni yaşayan Kürtlerin belki de, paradoksal olarak, en büyük şansları yaşananların kendi anadillerinde olmamasıydı. Dışarıya çıktıklarında sığınabilecekleri -bütün baskılara rağmen- onları bekleyen hiç kirlenmemiş halis Kürtçeden bir dünya, bir evren bulabilmeleriydi.
Türkçeden -onun da en berbatından- başka bir dil bilmeyen darbecilerin asla nüfuz edemeyeceği bu Kürtçeden korunaklı evren, yalnızca onları esirgeyip bağrına basmadı aynı zamanda onlar için o uğursuz günler bitip dışarı çıktıklarında uğruna mücadele edebilecekleri değerleri de muhafaza etti.
Bugün Kürt ve Türk toplumu arasında giderek büyüyen açıda çok önemli bir rolü vardır anadillerinin.
Kürtler Diyarbakır Cezaevi'nde Türkçe bir zulmün en akıllara zararını büyük bedeller ödeyerek yaşadılar ve karşılığında -bir halk olarak- şu kutsal bilgiyi kazandılar; yalnızca Kürtçe konuşmadıklarını aynı zamanda Kürtçe düşündüklerini, Kürtçe baktıklarını, Kürtçe güldüklerini, Kürtçe ağladıklarını, Kürtçe yürüdüklerini de öğrendiler.
Her şeyleriyle, Kürtçe olduklarını fark ettiler: Anadilin yalnızca konuşmak için değil olmak için de elzem olduğunu, kendileri de dâhil milyonlarca 'Adiloş Bebe'nin anadillerinde sarf ettikleri ilk sözcüklerle yalnızca konuşmayı öğrenmediklerini, şeylerin adını ilk kez anarak, şeylere tek tek isim vererek, kendilerine içinde yaşayıp var olacakları Kürtçeden bir dünya kurduklarını da fark ettiler.
Diyarbakır Cezaevi hep Türkçeydi, Kürtçede hiç olmadı.
Diyarbakır Cezaevi'nde Kürtçe olan olsa olsa onur, direniş ve kavgaydı. Zulüm, işkence, utanç Türkçeydi. Ve Diyarbakır Cezaevi'nin kendisi de, bir utanç abidesi olarak Türkçedir. Bu yüzden, binlerce işkence mağdurunun peşini bırakmayan daha önce bahsettiğim yüz binlerce cezaevi de Türkçedir.
Ve bu yüz binlerce cezaevini yıkabilecek, mağdurların acısını bir nebze hafifletecek olan tek şey de elbette adalettir. Ama adalet derken, birilerinin birkaç yıl ceza almasından bahsetmiyorum.
Adalet duygusunu özümsemiş, suçluların peşini bırakmayan, katillerle işkencecilerle bir arada yaşamayı reddeden, yeni insanlık suçlarının yaşanmasına müsaade etmeyen adil bir toplumdan bahsediyorum. Ve evet, mademki suç Türkçedir, bu adalet de Türkçe gelmelidir.
12 Eylül'de Diyarbakır Cezaevi'nde sözün -gerçekten- bittiği yerde "Türkçe konuşup çok konuşanlar", boş ve çirkin konuşanlar aynı zamanda şu satırları yazdığım bu kadim dili öldüresiye kirletenlerdi. Ama dillerin de kendilerini korumaya, arınmaya ihtiyacı vardır.
Dillerin de suçlarla bir hesabı, bir adalet duyguları vardır. Bu yüzden 12 Eylül'le, Diyarbakır Cezaevi'yle, işkencecilerle, 90'lı yıllarla hesaplaşamayan, kendini o suçlara karşı savunup aklayamayan bir Türkçe Kürtlerin ve Türklerin ortak resmi dili olamaz.
Çünkü suça karşı koymayan, suça ortak olan bir dil söyleme yetisini kaybeder, kekelemeye, teklemeye başlar. Konuşmaktan ziyade susmaya yarar: Çünkü Türkçe de dâhil hiçbir dilde bazı şeyleri susarak yeni ve özgün şeyler söylenemez. Bugün Kürtlerin ve Türklerin en çok yeni özgün şeyler söylemeye, duymaya ihtiyacı var.
Diyarbakır Cezaevi'nde bok yedirilen mahkûmların çıktıktan sonra bütün dişlerini söktürüp kendilerine yeni dişler yaptırdıkları bilinir. Bu mağdurlardan biriyle ben de tanıştım. Bana hikâyesini anlatınca "Tabi, insan bir şey yiyemiyordur" dedim kendisine; ne de olsa anlayışlı bir tiptim ben de. Yüzüme hayretler içinde baktı:
-Ne münasebet, dedi, Ağız yalnızca yemek için midir? Ağız, dilin yuvası da değil midir? Söylemek için de değil midir?
Utanıp susmuştum. Çok sonra aysız bir güz akşamı bahçede yaprakları hışırdatarak yürürken saatler önce kaldığı yerden devam ederek kendisi anlattı dişlerini neden değiştirdiğini. Gece o kadar karanlıktı ki, ona baktığımda onu yalnızca bir ses olarak, bana söylediği şu cümleler olarak görüyordum:
-Konuşamıyordum çıktığımda. Çok utanıyordum. Bir şey söylersem, kokuşmuş anlamsız sesler çıkacak sanıyordum. Kelimeleri ve sözü kirletmekten korkuyordum. Dişlerimi değiştirdim; başlangıçta bir bebek gibi tuhaf sesler çıkararak yeniden başladım konuşmaya. Zamanla toparladım. (BK/IC)