Merhaba,
Diyarbakır Cezaevi hakkında ne çok şey anlatıldı, ne çok şey konuşuldu. Ama bu cezaevinde yaşanılanları anlatmaya yetmedi, yetmiyor da. Çünkü o kadar çok acıya, gözyaşına sebep bir cezaevi ki hala yaşanılanlar anlatıldığında acı ve gözyaşı eksik olmuyor. Bu cezaevi insanı derin bir muhasebeye yöneltiyor. Nerden nereye demeden kendini alamıyor insan.
Düşünün ki kısa bir ziyaret için kapısının önüne geldiğinizde dahi insanın irkilmesine neden olan bir cezaevi. Bu tarihi bilerek bu cezaevinde yaşadığınız zaman tüm yaşanılanları düşünmemek mümkün mü? Vicdani ağırlığını hissetmemek mümkün mü? Tabi ki hayır! Her tarafında bir yaşanmışlık var. Kafanızı nereye çevirirseniz gözünüze çarpıyor. Ve diyorsunuz ki bu direniş genç yüreklerin dişiyle tırnağıyla tarihe kazılmıştı, unutmak mümkün değil. Burada yaşayan bizler unutmamak için uğraşıyoruz. Bu mekânda yaşanılanları unutturmak isteyenlerin "utanç müzesi" yapmak yerine, yıkmayı göze almalarına inat... Her an her koşulda hatırlayacağız.
Bu duvarlar arasında direniş tarihi 21 Mart 1982 günü, üç kibrit çöpünün yakılmasıyla başlamıştı.
21 Mart 2011 günü koğuşun havalandırmasında Newroz kutlayan yirmiye yakın kadın tutsak, sembolik olarak yaktığımız küçük ateşlin parlayan alevlerine bakarken o üç kibriti düşünüyorduk. Üç kibritle başlayan Newroz ateşi her gün biraz daha güçlenerek büyüyerek bugünlere gelmişti.
Üç kibrit ateşini büyüten önemli adımlardan biri 18 Mayıs 1982 günü Diyarbakır Cezaevi'nde dört genç bedende harlanmıştı. Bu tarih ilmek ilmek örülerek böyle ilerliyordu ve temmuz ayına doğru yol alıyordu.
Tarih 14 Temmuz 1982. Direniş çığlığı bir mahkeme salonundan dışarı taşmış milyonlara ulaşmıştı. Tüm bunlar genç yüreklerin bedenleri ile tarihe yazılmıştı. Ne için? İnsanca bir yaşam için!
Bunlar Türkiye tarihine büyük harflerle yazılmış bir cezaevi tarihinin düşündürdükleri. Belki yaşanılan acıların büyüklüğü aynı olmasa bile cezaevlerinin yaşattığı acılar bugün de devam ediyor. Bunları görünce karamsarlığa kapılmamak elde değil. Ama yine de umutluyuz. Bize güç veren büyük bir direniş tarihi var.
Tüm bu yaşanılanları görmezden gelerek yürütülen demokrasi tartışmaları ve bu tartışmalara rağmen hala yaşanılan acılar varsa, durup düşünmek gerek. Mesela taş atan çocuklar ne çok tartışıldı, ne çok yazıldı. Sonunda bir yasa çıkarıldı. Değişen bir şey var mı diye sorunca verilecek bir cevap yok.
Olanları çok geride aramaya da gerek yok. Nisan ayında Bismil'deki Yüksek Seçim Kurulu protestolarında yaşamını yitiren İbrahim Oruç'un cenazesine katıldığı için gözaltına alınarak tutuklanan 16 yaşındaki M., yaklaşık iki ay tutuklu kaldıktan sonra tahliye edildi.
Bu durumda sormadan edemiyorum. Hani yasa çıkarılmıştı, hani ilk gözaltına alınan çocuk tutuklanmayacaktı?
Soruları çoğaltmak mümkün ama 16 yaşındaki M.'nin hayatından çalınan zamanı geri vermek mümkün mü? Onun bir çocuk olarak aldığı yaraları iyileştirmek mümkün mü? Bunlar bir hayatta cevap bekleyen sorulardan bir kaçı.
Diğer bir örnek ise Mazlum Erenci. Diyarbakır cezaevinde kalmış ve çıktıktan sonra yaptığı tercihle dağın yolunu tutan bir genç. "Hani demokratikleşiyorduk, hani gençler ölmeyecekti" ama bu söylenenler Mazlum'u yaşatmadı. Diyarbakır cezaevinde yaşananlar arasına bir acı olarak eklendi bu durum. Mazlum'u defneden arkadaşları, cenaze dönüşü cezaevini taşlarken bu duvarlar arasında yaşanılan acılara duydukları öfkeleri gizleyemiyorlardı. Kim bilir o çocuklardan da tutuklanıp getirilenler vardır. Çünkü Diyarbakır cezaevinde şuan 15 çocuk var.
Bu durumda durup düşünmek ve sormak gerek hangi Adalet?
Çocuklar aldığımız yaralarımızdan bir tanesi. Bir de ağlamasını istemediğimiz, gözyaşlarına dayanamadığımız analarımız var bu duvarlar arasında. Bir ana çocuklarının mutlu yaşaması için çalışmaktan başka ne yapabilir? Ama bu duvarlar arasında karar verenlerin böyle düşünmediğini görünce üzülmekten öte bir şey gelmiyor elimizden. Mesela; Meryem Ana iki çocuğu dağda yaşamını yitirmiş ve gidip görebileceği, ziyaret edebileceği bir mezarları bile yok. Bir kızı dağlarda yaşam mücadelesi veriyor, bir oğlu cezaevinde ve maalesef ki kendisi de cezaevinde hala.
Her ölüm haberini nasıl korkarak izlediğini görmemek için kör olmak gerekir. Yaşadığı tüm acılara rağmen yaşama bağlı, umutlu bir ana. Bazen bakıp düşündüğümde Meryem Ana imkânsızı mı istiyordu, hayır! Sadece biraz saygı, acıların görünür olması ve empati. Bir anaya bunu göstermek çok mu zor?
Bu coğrafyada özelde de duvarlar arasında acılar o kadar iç içe geçmiş ki insan hangisini anlatacağını şaşırıyor. Mesela; 18-19 yaşlarında tutuklanıp ömürlerini yarısını -20 yılını- ceza evinde geçiren kadın mahkûmları mı? Yoksa demokratik siyaset yaparken tutuklanan 104 tutuklu arasında yargılanan 26 kadın mahkûmu mu ve bunlardan 10 kadının daha önce yıllarca cezaevinde kalmalarını mı?
Kürt siyasetçilerin iki yılı aşkın bir süredir devam eden yargılamalarında anadilde savunma yapmak istedikleri için dinlenmemelerini mi?
Bir de cezaevi idarelerine sınırsız yetkiler tanıyan infaz yasasının yarattığı sonuçlar var. Bir tutuklunun yaptığı herhangi bir davranış duruma göre disiplin cezası alabiliyor. Mesela bu davranış bazen bir Newroz günü yakılan ateş olabiliyor. Bir de Kürtçe konuşarak ifade vermek istiyorsan Kürtçe konuştuğu için ifadesi alınmadı" bilgisi tutanaklara geçirilerek ifaden alınmadan disiplin cezası alabiliyorsun.
Elimden geldiğince anlatmaya çalıştıklarım hala bu duvarlar arasında yaşanılanlardan sadece bir kaçı. Hangi yaramızdan bizleri daha çok acıttığını kestirmek zor. Ama en çok gençlerin ölmesi bizleri derinden etkiliyor, silinmez izler bırakıyor.
Bu yazdıklarım duvarların arkasında düşündüklerim ve de bir şekilde tanık olduklarım. Tüm bunlara bir Kürt kadın avukat olarak baktığımda en çok adalete inancımın zarar gördüğünü, adalet duygumun incindiğini görüyorum maalesef ki... Yaşanan acılarla yüzleşebileceğimiz doğru bir süreç bizdeki adalet duygusunu onaracaktır. Sanırım en büyük dayanağım da buna olan inancım. Umutla ve dost kalmanız dileğiyle. (IC)
Ebru Günay/ Diyarbakır Cezaevi