Gülhane Hattı Hümayunundan bu yana demokrasi için mücadele ediliyor. Yer yer gerilim artıyor ama diyalektiksiz. Bir yanda Gülhane’de okunan ferman, kazanımlar; diğer yanda kaşıkla verip kepçeyle alan statüko.
Gülhane’de dile gelen talepler yeni biçim ve içerikle Gezi’de varlık bulurken Yıldız da Beştepe’ye mi dönüşüyor? Yerleşik nizam, kendini sürekli yenileyerek iktidarda tutunuyor.
Gülhane’den Gezi’ye adlı yazılama dizisinin muradı, bu süreçte iktidar ve muhalefetine kavramsal bağlamda bakıp şimdiden sonraya dair bir projeksiyonda bulunmak; İçerimci Demokrasiye dayanan Anlatıyı üretmeye yönelik sokağa, bir diğer deyişle yurdu paylaştığımız her türlü özneye çağrıda bulunmak.
Nasıl oluyor da Yıldız, Beştepe’ye dönüşebiliyor?
Zaman, bitimsiz bir olgu. Her birimiz o bitimsizliğin içinde geçici birer noktayız. Özgürlük, belki de sonsuzluğun bilincinde saklı. Ama işte bilinç de belli bir yerde belli bir zamanda varlık buluyor.
Hepimiz, kendi çağımızın çocuğuyuz. Coğrafya, artık kader değil. Akışkan bir evrende, gittikçe hızlanan zamanın içinde birbirimize katışarak akıyoruz…
Rejim değişti. otokratik teokrasi ya da teoktarik otokrasiye dönüştü. Fransa gibi Cumhuriyetlerimizisayamadık. Eğer saysaydık, şu anki kaçıncısı olurdu? Meclis, CB Hükümet Sistemi’ne geçildiğinden bu yana sembolikliğini yitirdi, boş gösterene dönüştü. Muğlaklaştı. Rejim, kavramların içini boşaltarak bir tür bindokuzyüzseksendörtvari tahkimat yaratıyor.
TBMM’de 581 milletvekili, AKP’li Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan’ın kararnamelerinden daha az sayıda kanun değişikliğine imza attı, halkın sesi kısıldı. Ülke yönetimi, “yerli ve milli oligarklar”ca meclis baypass edilerek, Osmanlı’dan Cumhuriyete taşınan kurum ve geleneklerinin ilgası sürdürül(eme)kte.
Nüfusu fiilen 90 milyonu bulan Türkiye, denge ve denetleme işlevi gören kurumları zayıflamış, nepotik atamalarla doldurulmuş, efendi-köle ya da hakim-cellat denkleminde olduğu gibi atananların siyasi sorumluluk üstlenmedikleri, atayanın da her türlü sorundan kendini azade kıldığı “Türk Tipi Başkanlık Rejimsizliği” altında sorunları derinleşen, zemini kayan, uygarlık anakarasından sürüklenerek uzaklaşan bir ülke profili çiziyor.
Erdoğan rejimsizliğin otokratı olduğunu bizzat kendisinin üç kez başvuruda bulunduğu, Türkiye'nin de kurucuları arasında yer aldığı Avrupa Konseyi’nin AİHM kararını Osman Kavala sorunu nedeniyle tanımadığını “Bizim mahkeme kararlarımızı tanımayanı biz de tanımayız” sözleriyle ilan ediyor.
Uluslararası pek çok endeksteki serbest düşüş ve/veya bağlamına göre çıkış resmin rengini yoruma mahal bırakmaksızın göstermekte.
Freedom House’ın raporuna göre Türkiye, internet erişiminin özgür olmadığı ülkeler arasında. Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün Yolsuzluk Algı Endeksi'ne göre, 180 ülke arasında 86’ncı sırada. Türkiye, son 8 yıl içinde en çok gerileyen 5 ülkeden biri ve ınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü’nün Basın Özgürlüğü Endeksi’nde 180 ülke arasında 153'üncü sırada yer alıyor.
Devlet kurumların bir araya gelerek oluşturduğu politik, hukuksal bir varlık. Hukuk bu mekanizmanın işlemesini sağlayan şey,. tıpkı dişlilerin bir araya gelerek çalıştırdığı motor gibi.
Nasıl motorun çalışmasını sürdürülebilir kılan şey yağ ise devletin işlemesini sağlayan katalizör de hukuk. Yağın azalması ya da boşalmasıyla motor dişlilerini sarar, çalışmaz hale gelir ve Türkiye uzun zamandır çalışmıyor. O nedenle sürekli yoksullaştırılan onlarca milyonun kol gücüyle hareket edebiliyor, ittiriliyor.
Taşıma suyla değirmen dönmez
Devlet, diyalektiksizliğin de sonucu olan sorunlarla ne zaman baş edemez hale gelse, kullanışlı ‘hain’ler üretir. Bu konuda oldukça mahir olduğu söylenebilir. Elindeki ideolojik araçlarla dolaşıma soktuğu her türden retorik hızlıca alıcı bulur. (Örnek: Hocaefendi Hazretleri’nden FETÇÖ’ye) Keyfi biçimde retorik üreten bu kötücül grubun bir tür oyuncağına dönüşme sürecinde devletin kurumsal varlığını da korozyona uğrar, bunun zorunlu sonucu olarak da ontolojisi dönüşür.
Bürokrasi ve siyasi elit, “yerli ve milli aşiret” olarak kimlik kazanır. O doymak bilmez canavarı beslemek için sürekli ‘hain’ler, dış ve/ya iç ‘mihrak’lar yaratmaya ihtiyaç duyar. Lakin nefile… Bugünün ‘hain’leri, yarının ‘kahraman’larına ya da tersine dönüşür. Bilice de kimliğe de rengini hakikatimsilik verir.
Her ne kadar devleti işgal eden aşiretimsi cemaatin biçtiği kalıba sığmayanlar “hain” tayin edilip esir alınsa da mızrak her zaman çuvala girmez, dişlilerini döndürmek için ürettiği ‘hain’lerle de devirdaim edemez.
Hakikatimsiliğin nedeni ve sonucu olan “yerli ve milli aşiret” tahayyül ettiği kimlik dışındakileri yok sayar. Yaşamak için ihtiyaç duyduklarını öldürür. Kifayetsiz biçimde çağlayan ırmağı hayata akıtmaz, kenardaki çeşmeden kovasına doldurduğu suyla değirmeni döndürmeye çalışır.
Ne ‘öteki’ ne de ‘hain’ -ki sıklıkla ikisi özdeştir- vardır. Bu yok sayılma hayata katılmamıza, en yalın deyimle hedef tahtasına konup nesleneştirilmemize neden oluyor. İrademiz gaspa uğruyor.
Süreç, kişisel esenliğimizi tarumar edip özsaygımızı aşındırıyor. Bilincimizse keçeleşip büzüşüyor, ruhsal çöküntü yaşıyoruz. En acıtanıysa hislerimizi kaybetmemiz.
Ayakta kalmak telaşıyla etik politik yanımızı ihmal ediyoruz. Umudumuz zayıflıyor, kitlesel anlamda depresyonumuz derinleşiyor. Bu sebeplerle çoğumuz örgütlenmeden umudunu kesti.
Kimileri karnını doyurma derdinde, kimilerininse gücü artık buna bile yetmiyor. Her biri holdinge dönüşen cemaatlere kaçınılmazcasına teslim olan milyonlar, nafakaları karşılığında çocuklarını veriyorlar. Cemaat yurtlarının birinde hayatın baharında bir genç canına kıyıyor; ülkeyi esaretine alan zihniyet ve bunu destekleyen politikasızlık soruşturma konusu edilecekken gencin kendini ifade ettiği videoya yasak getiriliyor. Çünkü bir gencin daha örgütlü kötülükle yaşamının çalınması kimin umrunda: “Çocuğun ölümünün önemi var?”
Ölümü gösterip sıtmaya razı etmek
Barış, sağlık. Barış, huzur. Barış, bilgi. Barış, kültür. Barış, yaşam. Barış, taze hafıza… Yaşamımız, ölüm ve sıtma arasında seçim yapmakla geçiyor. Sıtmaya razı olan milyonlar kümesi coğrafyamız. Ateşimiz hep yüksek. Süreğen, kronikleşmiş ateşle yaşıyoruz. Siyasal alan her zaman sıcak olageldi burada, Akdeniz çukurunda…
Yol da çok yolcu da yolculuk da, yolcuların birbiriyle karşılaşmaları da… Ve bu karşılaşmalardan hayat üreten de, savaşıp yıkım üreten de. Pirus Savaşlarına girişenler de yoldalar… Bizim yolumuz barışa giden yol olmadıkça babalar oğullarını gömmeye devam edecekler.
Yine babalar, en azından yaşasın diye kız çocuklarını tanımadıkları ‘insan’lara satacaklar. Özgürlüğün rengini bir başka giyinen Akdeniz’in sularının bu kadim coğrafyanın insanlarına mezar olması şüphesiz kader değil. Türkiye, bu iklimde trafiğin merkezinde. Artık sürdürülemez dünya müesses nizamının oyun alanı olan Doğu Akdeniz ve Ortadoğunun gardiyanlığı ile defincisi arasında salınmakta.
Demokrasisizlik yoksullaştıyor. Mutsuzluk, şiddetin dozunu her geçen gün yükseltiyor. Hayata katılım araçları her geçen gün azalırken şiddetin anadilimize dönüşmesi hiç de şaşırtıcı değil. Uzun zamandır “Ölümü gösterip sıtmaya razı etmek” deyiminin dikotomisine sıkıştırıldık. Oysa kocaman, yaşanılası bir hayat var. Demokrasi, işte o hayatı erişilebilir kılan araç.
Diyalektiksizlik ve sonuçları
Demokrasizlik, bir anlamda diyalektizliğin sonucu. Ermeni, Kürt, Kıbrıs, Laiklik, Temsiliyet.. Osmanlı’dan alınan ve Cumhuriyet ile üzerine yenileri eklenirken gittikçe toplumun üzerindeki ağırlığı da artan bu majör problemler, yerleşik iktidar yapılanması, yöntemi ve yönetimi ile çözülemez.
Çözülemedi de. Limiti Tanzimat Fermanı’ndan aldığımızda 183 yıldır, iki yüzyıla yakın devam eden bu süreçte değişen sorunları benzer kavramlarla tarif edip benzer yöntemlerle çözmeye çalışıyoruz. Deneyip deneyip yanılmıyorsak, yeni kavramlar, tanımlar, çözümler geliştiremiyorsak gittikçe ağırlaşan sorunların felç ettiği hayatın altında kalacağız hepimiz… Zaman zaman bunun işaretlerini yaşıyoruz. Oysa senelerdir aynı sorunları aynı yöntemlerle çözecekmiş gibi yapıp Leviathan’ı beslemeye devam ediyoruz. Şüphesiz ölüm insanlar yani canlılar için geçerli. Oysa devletler ölmezler, yıkılırlar ve devşirme malzemelerle bir başkasının yapı malzemelerine dönüşürler.
Hayata dokunan bir dil yaratmaya ihtiyacımız var. İlke ve değerlerimizden büyük bir anlatı oluşturmak sorumluluğumuz. Nerede olursak olalım ne ile uğraşırsak uğraşalım her birimiz derin bir güvensizlik içindeyiz. Güven, hayatın kaidesi. Nedense ikiyüz yılan yakındır güven veren bir anlatı geliştiremedik.
Karikatürize ederek ifade etmek gerekirse zahirde birbirinin zıddı anlayışlar kısır olduğumuz varsayımı ile hareket ediyor. Biri ‘Batıcı’ diğeri ‘İslamcı’ ideolojiyle aşılanmanın “çözüm” olduğunu savlıyorlar. İçsel anlamda ikisi de aynı sorunlu varsayımla hareket edip aynı yöntemi kullanarak sonuca ulaşmaya çabalıyor. Oysa basit bir denklem var: Yanlış öncülden doğru sonuç çıkmaz; bir diğer deyişle yanlış bir öncülden çıkan sonuç, zorunlu olarak yanlıştır.
Burada iki temel sorun var: İlki, çözüm olmak iddiasındaki iki anaakım anlayış, alternatif olabilecek bakışların yeşermesine imkan vermiyor. Yer yer ittifak içinde hareket ederek örtük bir koalisyonu işletiyorlar.
İkincisi, diyalektiksizlik: Strüktürel yapısı yöntem ya da paradigma açısından özdeş olan yapılar arasındaki ‘çatışma/sızlık’ diyalektik üretemiyor.
Bu da aynı kısır döngü içinde taşıyıcıları aynı ama fasadları farklı bir hapishanede yaşamamıza neden oluyor. Amacımız diyalektiği üretmekse, diyalektikle bağımızın koptuğu ya da İktidarca sürekli koparılan Hakikati yeniden üretmek, onunla bağ kurmak zorundayız.. Böylece zihinlerimiz üzerindeki perdeleri indirebilir, en yalın ifadeyle özgürleşebiliriz.
Çatışma, hakikat üretiminin en önemli dinamiği. Oysa strüktürü aynı olanların görünüşteki çatışmaları olsa olsa didişme oluyor. Eleştiri, yerini sataşmaya bırakıyor. Konu bir anda bağlamından kopup itişip kakışmaya dönüyor. Biz izleyenlerse kendi göbeğimizi kendimiz kesmeye devam ediyoruz.
İşte sokak denen baldırı çıplak, sessiz çoğunluk, Türk köylüsü, kasabalısı, işçisi, esnafı, emeklisi, orta direği vb. diye dillendirilen geniş kitlelerin siyaset kurumu karşısındakitemel hissiyatı budur.
Oturup izliyor ya da talana bir ucundan ortak oluyor. Yüksek vergiler, nepotizm, ihalecilik, kamu yararının keyfi biçimde eğilip bükülmesi kaba materyalizm ile kaba pragmatizmin ‘Türk tipi’ bileşkesi olan, sırtını çalışmaktansa talana yaslayan oportünizmle açıklanabilir.
Siyaset kurumun ana işlevi çoktandır talanı yıkamaktan ibaret. Kendi bankasını soyan banka sahibi, bakanı olduğu bakanlığa sahibi olduğu şirketin fahiş rakamlara ihalesiz ürün satışı yapması sağlamak, başbakanı olduğu ülkede polis baskını korkusu nedeniyle taşımayla gün boyu bitirilemeyen kayıtsız paralar… Dahası Googlelanabilir…
Demokrasiden içerimci demokrasiye
İhtiyaç duyduğumuz Anlatı, demokrasi kültürünü ilişkilerimizde, kurumlarımızda, ağlarımızda gücümüz yettiğince işletmek, o kültürü kurumlaştırmakla olanaklı. Bunun yolu toplumun türlü ihtiyaçlarını demokrasinin temel ilke ve değerlerini gözeterek çözüme kavuşturmaktan geçmekte.
Demokrasi, tıpkı kaslarımız gibi çalıştıkça güçlenir. Oysa uzun zamandır kireçlenmiş durumda. Birden büyük yüklerin altından kalkabilecek güçte olmadığı bilerek hareket edelim. Aynı metaforla anlatmaya devam edersek fizik tedaviye ihtiyacı var. Seçim ilanına kadar ana ve altkırılımlarda ağlar oluşturmak, ana başlıkları belirlemek; kaslardaki görece gevşemenin arından çalıştaylarla yola devam etmek.
Demokrasi, temel ilke ve değerler açısından tam da bu sürece içkin bir değer. En başta katılımcılık, içerimcilik. Katılımcılığı resimsel görünürlüğe indirgeyip içinin boşaltılması bizi alternatif ifadeler üretmeye sevk etmeli. İçerimci demokrasiyi bu nedenle öneriyorum. Bu süreçte gerçek ve/ya tüzel kişilik ya da her ne olursa olsun her türlü öznelerin yer aldığı ağlar ağına “demokrasi birliği” adını veriyorum. İttifak, koalisyon, bunların aşıcı anlayışların zihniyetlerine içkin görece yorgun deyimler olduğu kanaatindeyim.
O nedenle anlam evrenimizi yeniden örmeye ihtiyacımız var. Bu yazılama dizisinin muradı da sırtını tevatürlere değil şimdideki bize dayamak, mevcudumuza bakmak, paslanmış kulaklara yeni sesler fısıldamak, anlam evrenlerine sızarak diyalektiksizliği, hakikatimsiliği aşacak Anlatıya yer açmak.
“İnsan, olanaklarının toplamı, özgür insansa olanaklarını, ihtiyaçlarını gidermek amacıyla iradesi doğrultusunda değerlendirebilendir.” Sözünü toplumlara ya da ülkelere taşıyabiliriz. Yurdumuzun sorunlarını olanaklarımızla çözüme kavuşturabiliriz. İhtiyaçlarımızı da ancak aynı şekilde karşılayabiliriz.
O nedenle işe sınırlarımızı bilmekle başlamak başat sorumluluğumuz. Eteklerimizdeki dökmekle… Kurgu dünyasından çıkmakla… Bir diğer deyişle aşiretler arası devam eden ve artık nasıl başladığı belleklerden çoktan silinmiş kan davasını devam ettirmeyi bir kenara bırakarak başlamak.
Umut, nefes aldığımız sürece var. Dayanışma da. Sevgi de. Arzu da. Aşk da. Mücadele de. Şarkılar da. Dans da. “Ölüm dışında her şeyin çaresi var.” deriz sıklıkla, kalben duyalım, duymakla kalmayıp inanalım bu Hakikate. Toplumsal hafızamız öylesine bilge ki! Her talanın, işgalin ardından hayat üretebildik. Yine üreteceğiz.
Barışla... Yaşam, ancak barışla mümkün…
Devam edecek…
(MVB/EMK)