bizim de bir dilimiz vardı.
konuştuklarımızın derin manasını,
börtü böceğin faydasından alırdı.
dilimizin sustukları fazlaydı.
haykırdıklarıysa sebepsiz olmazdı.
bilge olandan duyduklarını
ve hatırladıklarını,
dilsiz olanla paylaşırdı.
anlatamadıkları da uyanık tutardı.
kalbimizin cesareti, dilimizin pak özündendi.
yara alsa ciğerimiz;
dilimizin alfabesi en iyi merhemdi.
her ölmüşün başında, ağıtların bağrını yakardı.
kırk gün yas tutsa da gidenin ardından;
vazgeçmek bilmezdi, güneşin lekesinden.
ağızlara alınmasa da dilimiz;
edebi künyesi kadim zamanlardandı.
pitoresk bahçeleri gözümüze nur katardı.
çocuk olana pastoral hayaller sunardı.
düğün halaylarının gönenmiş başıydı.
ezgilerin hikayesinde,
kederin suyuna taştan kurnaydı.
dilimizin tut(a)madığı kalemler de vardı.
fırsat buldukça,
hafızalarda kabul görmemiş öykülerini anardı.
sofraların bereketini, fıkraların sırrına sorardı.
derlediği destanlar da, uğraksız bucaklardandı.
bizim de bir dilimiz vardı.
ki, aşka, güneşe ve suya inancı tartışmasız ve yüceydi.
kıyamet kopsa bile, hiçbirinden ödün vermezdi.
dilimizin bir tek kaygısı vardı:
sev(il)meden yaşamak,
sonra da unutulmaktı.
(HK/AS)