Ne kadar milliyetçi o kadar kapitalist
Muktedir sorgulanmaz, vatan hainisiniz
Yurt, vatan, devlet için lazım ise cesetler
Toprağım bütün dünya, halkımdır nev-i beşer
Bir kez ikna olunca milliyetçilik harcı
Farklı olana sözü, defol git pis yabancı
Mozaikten haz etmez de mermer bile Yunanca
Lakin her dilde faşizm beton millet Sakarya
Bandista (YouTube linki)
Önce gözlemler
bianet'te gazeteciliğe başlayalı neredeyse 5 yıl oldu. Kendimi deneyimli sayabilecek süredir gazetecilik yaptığımı düşünüyorum. Birçok eylem, toplumsal olay, kriz anı, şiddet vakasının içinde bulundum. Altından kalkamayacağım metin yok gözüyle bakıyordum artık.
Ancak deprem bölgesini anlatmak için kelimeleri bir araya getirmekte zorlanıyorum. Çalışayım… Gördüğümüzü, gazeteciliğimizi anlatayım. Ne yazsam eksik ama bir özet sunayım.
Sanki post-apokaliptik bir film setindeyiz. Deprem olduğunu bilmeseniz tüm dünyayı aynı durumda zannedebilirsiniz. Her yer yıkılmış. Kış ve soğuk, çok soğuk.
Göksun’dan (Maraş) giriyoruz deprem bölgesine. Bir önceki durak Pınarbaşı’da (Kayseri) bir hasar gözükmüyor. Hiç durmayan ambulans seslerini, trafiği ve insan yüzlerini görmeseniz toplu bir yıkım olduğunu anlamanız zor. Ancak 1 saat sonra Göksun’a vardığınızda soğuk bir duş alıyorsunuz.
Evet, bölgeye gidene kadar geçen 2-3 günlük sürede televizyondan, sosyal medyadan, haber kaynaklarından oradaki duruma ilişkin bir fikir ediniyor, kendinizi hazırlıyorsunuz ama orada bulunmak ve birebir tanıklık etmek ikinci bir şok.
Göksun sonrası köyler, Afşin, Elbistan ve ardından Maraş. Her durakta şok katlanıyor çünkü yıkım artıyor.
Göksun’da ilk dinlediğimiz hikaye, çöken 10 yıllık apartmanın 8 kişiye mezar olması. “Nasıl olur, 10 yıllık bina nasıl çöker?” diye geçiriyor insan içinden. Bina aile apartmanıymış. Anne bir köşede karın üstüne atılan sandalyede oturuyor. Konuşacak bir şeyi yok. AFAD yanda çadır kuruyor. Bina sahibi enkaz üstünde ne yapacağını düşünüyor.
TIKLAYIN - 10 yıllık bina 8 kişiye mezar oldu
Yolun diğer tarafında bir halı saha var. İçi ana-baba günü. Şişelerdeki sular bir kenara yığılmış. Az biraz gıda ve hijyen maddesi var. Diğer her taraf kıyafet ve battaniye. İhtiyacı olanlar buraya geliyor ama ihtiyaç sadece oradakilerle sınırlı değil. Esas olarak konaklamak için kapalı bir yer, ısınma ve tuvalet ihtiyacı elzem. Çünkü Göksun’da hava gece -10’un altına düşüyor.
İnsanlar ilçeyi ya çoktan terk etmişler ya da ediyorlar. Çoğu yere elektrik verilmiş ama sokaklar hariç neredeyse hiçbir evin ışığı yok. Artık bir hayalet kent Göksun.
Göksun, görece yıkımın daha az olduğu bir ilçe. Afşin, Elbistan ve Maraş merkezde durum daha kötü. Ancak yaşananlar, ihtiyaçlar, hikâyeler benzer. Süreç de…
Devlet yok, organizasyon yok, koordinasyon yok… Bu sadece benim gözlemim değil. Kiminle konuşsak aynı şeyi söylüyor: “Devlet geç kaldı.”
Depremzedelerden gönüllülere, ülkücülerden siyasal İslamcılara kadar sanki herkes tek bir görüşte birleşmiş. Kimisi kameraya karşı konuşuyor, kimisi kayıt altına alınmasını istemiyor.
Çoğu kişi de konuşmasını kameraya karşı olsun olmasın “Allah devletimize zeval vermesin” diye bitiriyor.
Yardımlar
Deprem bölgesinde evet, devlet yoktu ama sivil toplum vardı. Elbistan’da bir cemevinde iki gün geçirdik. Burada oluşturulan inisiyatif din, dil, ırk ayırt etmeksizin ihtiyacı olanlara yardıma koşuyordu. İyi örgütlenmişti. AFAD’la koordineli çalışıyordu. Sıcak yemek ve barınma sağlıyordu. Dahası bölgeden ayrılmak isteyenler için masrafı kendi ceplerinden karşılayarak otobüs bile kaldırıyordu. Elbistan’da yaşayan insanların, yardıma gelenlerin sığınacağı bir yer olmuştu.
Anlattığım sadece Elbistan’la sınırlı değil. Diğer yerlerde de durum aynı. Ancak yıkımların merkezine indikçe, enkazlara yaklaştıkça yardım çadırları İslamileşiyordu. Çok fazla sayıda İslami dernek yemek dağıtmak için sanki bir yarışa girmişlerdi.
Arama kurtarma
Herkes yorulmuş. Hem bedenen hem de ruhsal olarak yorulmuş. Çabaları taktire şayan…
Ama koordinasyon burada da problem. Bir ihbar geliyor. Ekip olduğu gibi enkaza. Sonra bir başka ekip… Ses alınmış, görüntüden emin değiller. İş makinaları, ışıklar getiriliyor. Çalışma başlıyor.
Sonra AFAD geliyor. Sahadaki ekiple tartışma yaşanıyor. AFAD ekibini çekiyor. Arama kurtarma sonlandırılıyor.
Arama kurtarmanın sonlandırılmasına kimse bir anlam veremiyor. Sahadaki herkes AFAD’a tepkili. Gerekirse ellerimizle kazalım diyorlar. Sahaya gelen ilk ekip Jandarma Arama Kurtarma’dan (JAK) akustik istiyor. JAK’ın gelmesi iki saati buluyor.
Elbistan’da enkazların arasında tek tük arama kurtarma çalışmaları. Daha üstündeki kar bozulmamış enkazlar var. Yani hiç girilmemiş. Dışarısı -22 derece. Bu soğukta insan nasıl hayatta kalır?
Mülteciler
Elbistan’da cemevi önünde yaşlı bir kadın. Çevreyi ve hareketliliği anlamlandırmaya çalışıyor. İçeriden “Otobüs kalkıyor” diye bir ses.
Kadın Türkçe bilmiyor. Yanındaki kişi otobüsün nereye gideceğini anlatıyor. Sonrasında yanındaki kişiyle sohbet ediyoruz. Kadının Suriyeli olduğunu ve İstanbul’a gideceğini öğreniyoruz. Ancak yanında bir yakını yok. Nasıl gider, nasıl iz bulur, nasıl hayatta kalır… Belirsizliğe giden bir yol.
TIKLAYIN - Elbistan: Gitmek mi zor, kalmak mı?
Bölgeden "yağma" haberleri geliyor, Suriyeliler suçlanıyor hatta depremin nedeni olarak Suriyelileri gösterenler var. Erkekler çekinceliler, korkuyorlar. Kendi acılarını unutup savunmaya geçiyorlar. Maraş Merkez’de kayıplarını, sıkıntılarını bize anlatıyorlar. Bunu bir mağduriyet olarak değil, “Herkes ne yaşadıysa biz de aynısını yaşadık” demek için söylüyorlar. Arama kurtarma çalışması yürütüyorlar.
Kaosun ortasında yüzümüzü iki Suriyeli çocuk güldürüyor. Valiliğin bulunduğu caddede ellerinde 5 kiloluk paketle herkese yer fıstığı dağıtıyor.
Beton şehirler
Maraş’ta, Elbistan’da, Göksun’da, Afşin’de depremin haricinde dikkat kesildiğimiz bir nokta var. Göğe yükselen binalar.
İlçelerde 8-9 kat, şehir merkezinde 12-13 kata yükseliyor. Koca şehirde yer yokmuşçasına… Beton şehirler yaratılmış… Devlet “Deprem bölgesine bu kadar kat çıkamazsın" dememiş, kimse “Ben bu apartmanda oturmam” da dememiş.
O konutlarda yaşamaya mecbur bırakılmışlar. Konutların satıldığını gören müteahhitler daha yüksek ve çirkin bina yapma yarışına girmişler.
Müteahhitler işçilikten çalmış, dükkan sahipleri kolon kesmiş. Devlet bunlara hep izin vermiş, “Sen ne yapıyorsun” dememiş, insanları el birliğiyle öldürmüş.
Gazetecilik etiği
Bugün depremin 11. günü. Televizyonlar canlı insan çıkarma umudu olan enkazlarda hâlâ yayındalar. Her taraftan “mucize haberleri” geliyor.
Enkazın üstüne çıkan, mağdurun yakınlarıyla enkaz üstünden canlı yayın yapan muhabirler gördü bu gözler. “Artık yuh ama” dediğimiz birçok olaya şahit olduk. Peki, biz nasıl gazetecilik yaptık?
Sahada olduğumuz 5 gün boyunca trajediden beslenmedik. İkinci bir mağduriyet yaşatmamaya, insanlara tekrar bir travma yaşatmamaya çalıştık. Konuştuğumuz her insandan bunu “Yazabilir miyiz”, “Fotoğrafınızı çekebilir miyiz” diye izin istedik. İsimlerini kullanıp kullanamayacağımızı sorduk.
Video için önden onay aldık ya da “Bunu kameraya da söyler misiniz” diye sorduk. Çocuk fotoğrafı kullanmadık, kullanmamaya çalıştık. Kimseyi ötekileştirmedik. “Başka bir iletişim mümkün” dedik, hak odaklı bakmaya çalıştık. Amacımız enformatif bilgi vermek değil, hikayelere odaklanmaktı. Hikayeler zaten durumu anlatıyordu.
Döndükten sonra
Sahadayken duygularınızı bastırmak zorundasınız. Bunda çoğu zaman zorlandım. İnsanlarla konuşurken kimi zaman soru soramadım çünkü yutkunamadım. Gözlerim doldu.
Dönüş vakti, ilk durak Kayseri girişi. 9 saatlik yorucu bir yolculuğun sonunda verilen ilk molada insanlar siparişlerini vermiş yemeklerini bekliyor. Her şey normal gibi. Kapıdan giren arama kurtarma görevlileri normaliteyi bozuyor. Herkesin suratları asık.
Bir gün sonrası. Kadıköy. Sokaklar kalabalık. Depremin adı bile yok. İnsanlar yaşamaya devam ediyor. Belki olması gereken de bu. Topluma dahil oluyorum ama bir şey eksik. Adını koyamıyorum.
İnsanlar beton yığınlarının arasında sıkışıp kalmışken, ölürken, halk soğukta sabahlarken benim eve gitmem, topluma dahil olmam utanç verici bir şeymiş gibi. Aciz hissediyorum.
(HA)