Başbakan Recep Tayyip Erdoğan epeydir yoğun bir mesaiyle üzerinde çalıştıklarını dilendirdiği “Demokratikleşme Paketi”ni açıkladı. Üstelik bu paketin ne ilk ne de son olmayacağını, arkasının geleceği müjdesini de vererek. Medyanın olduğu gibi birçok kesimin “Acaba içinden ne çıkacak” merakıyla ilgi gösterdiği izleyicilerden biri de bendim.
İtiraf edeyim ki; son bir haftadır medyaya düşen ipuçlarından yola çıkarak aşağı yukarı paketten ne çıkacağını tahmin etmeme rağmen, sonuna kadar konuşmasını izledim. Ama ilk kırk dakikada sayın başbakanın paketi gerekçelendirmek için verdiği referanslar demokrasi kültürü ve geleneği açısından o denli kötüydü ki! Sadece kendime şunları söyledim. Bu denli kötü demokrasi yol kazalarına referans veren bir girizgâhtan pek de anlamlı bir manzume çıkmaz.
Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün etnik kimliklerden yurttaşlarının neredeyse üzerinde mutabık kaldıkları bir realite var. Darbeler Demokrasisi! 12 Mart 1971 ile 12 Eylül 1980 askeri darbeleri. Büyük acılara, büyük zulüm ve katliamlara, çok büyük ve ucu açık sürgünlere sebep olmuş! İnsanlık suçu işlemiş darbeler ve failleri orta yerde duruyorken. Aslında onun da bir askeri darbe olması elbette zabıt altına alınmış olmasına rağmen, darbe sonrası uygulamaya konulan anayasasının (1961) sonraki iki darbe ile iyiden iyiye kadükleştirilip işlevsizleştirilmesi nedeniyle kimi kesimlerin savunduğu 27 Mayıs 1960‘ı cepheden olumsuzlamak! Elbette 27 Mayıs’ı savunmak bana düşmez, savunmam da! Ama 12 Mart ve 12 Eylül gibi sicilleri hayli bozuk dönemler orta yerde duruyorken 27 Mayıs’ı vurmak kanımca siyaseten 27 Mayıs’ı savunan ve hâla siyaset yapan Cumhuriyet Halk Partisi karşıtlığının tezahürü gibi duruyordu. Ve adı Demoratikleşme Paketi olan bir “Demokrasi hamlesi”ne doğrusu hiç yakışmamıştı.
Bir diğer referans Atatürk’le başlayıp ağırlıklı olarak 1950’li yıllarla birlikte Adnan Menderes ve Demokrat Parti’yi demokrasinin hamisi gibi lanse edip, demokrasi geleneğini 1950 çıkışına bağlamak gafletiydi.
Ve en taraflısı da sadece polis ve asker ailelerinin şehitlik üzerinden gönüllerine giden yolu kucaklamak adına orta yerde 30 yıllık savaşın bütün etnik kimliklerden şehitleri duruyorken şehitleri ayrıştırarak Kürt analarını ötekileştirip, Türk şehit analarına referans vermek.
Tabii bütün bu giriş konuşmasına dair açmazlar bir başka bağlantıyla adeta kendini daha doğmadan tartışmalı hâle getiriyordu.
Bu paketin müzakere, pazarlık ve dayatma eseri olmadığını dile getiriyordu başbakan.
Oysa dünya âlem de biliyordu ki, Sayın Öcalan’la paketin memur kadroları sıkça görüşüyordu. Ha! Sayın Öcalan’ın önerileri, istekleri ne kadar dikkate alınmıştı, alınıyordu o ayrı konu. Ama bunun adına ne derseniz deyin, resmen görüşülüyordu.
Şimdi bu denli sıkıcı ve referansları kötü ikna metninden sonra siz muktedir olarak istediğiniz kadar kimilerinin yüreğine su serpecek, içini kısmen rahatlatacak, hatta gelecekte işlerini kolaylaştıracak teknik ayrıntılardan söz edin! Elbette bir anlamı kalmıyor ve anlamsızlaşıyor.
Seçim sisteminde düşünülen kurnaz kasaba politikacısı değişiklikleri. Siyasi partilerde belde örgütlerinin kurulma zorunluluğunun kaldırılması. Siyasi partilerin farklı dil ve lehçelerde seçim propagandası yapma serbestisi. Partilere üyeliğe yönelik engellerin kalkması. Nefret suçlarına karşı mücadele. Ayrımcılıkla mücadele ve eşitlik yüksek kurulunun kurulması. Türkçe alfabe dışındaki kimi harflerin kullanım yasağının kaldırılmasına yönelik klavye özgürlüğü. Özel okullarda farklı dil ve lehçelerde eğitim. Yer adlarına yönelik eski isimlerin iadesi. Kamuda kılık kıyafet yasağının kaldırılması. İlkokullarda öğrenci andının kaldırılması. Roman Enstitüsü’nün Kurulması. Ve elbette Mor Gabriel – Deyrul Umur Mansatırı’nın arazisinin Süryani hak sahiplerine iadesi ile eşgenel başkanlık kurumunun hayata geçirilmesi.
Bütün bunların hayata geçirilmesine hiç kimsenin itirazı olmaz. Hay hay! Seçime yönelik mesaj olma yüzdesi hayli yüksek olsa da amenna.
Ama bir tek nokta vardır ki! Eğer bihakkın demokrasi istiyorsanız, amasız, fakatsız, lakinsiz, kurnazca politikalara ihtiyaç duymadan; sırf gelecekteki kalıcı demokrasi gerekçesi ile davranır siyasetin has evladı. Ve en çok dillendirilmesi gereken de, demokrasilerde bu tür kalıcı ve hayata geçirilmesi elzem işler, yurttaşın bizatihi kendisinin ve örgütlü kurumlarının görüşleri alınarak yurttaşla paylaşılır. O zaman anlamlı olur. Eğer yurttaş talepleri akiller ve raporları üzerinden dikkate alınmış olsaydı dillendirilenler netti; Kürtler için statü, Sayın Öcalan için de özgürlük.
Paketin açıklandığı günün televizyon haber bültenlerinden birinde konuştum ve dedim, tekrarlayayım, sakıncası yok. Hazreti Ali der ki; “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum. Bakın Kürtler otuz yıllık siyasal mücadele tarihinde Türklere üç harf öğretti. Hem de neler neler pahasına.” Kölelik modern çağların kurumu değil, hem matah bir şey de değil. Vazgeçtik kölelikten. Öğretilenin kadri kıymeti bilinsin yeter. Ama çok geç kalındı. Bizde yok sabr-ı karar, sizde vefadan zerre. İki yoktan ne çıkar fikredelim bir kere. Fikretmenin yolu da mütareke süreci tamam Müzakereden geçiyor vesselam. (ŞD/YY)