“Ben Ruhi Bey, nasıl olan Ruhi Bey
“Nasılım?”
Edip Cansever bu dizeleriyle çıkıp geldi bir bahar günü yanı başıma. Bir iç ses gibi söylenmeye başladı: “Ben Ruhi Bey nasılım?”. Merak ettim ve sesleri takip ettim, karşılaştığım manzara pek de iç açıcı değildi.
Dert kusan, öfke kusan, haz ve mutluluk kusan, bilgi kusan; asla içinde tutamayan… Verme biçimi kusmak olan bir koloni ile karşılaştım. Öğütmeye, dinlendirmeye, işlemeye takatimiz yok. Ne oldu da kusmaktan idrak etmeye fırsatımız kalmaz oldu çok merak ediyorum. Veyahut hep mi böyleydik? İsmet Özel ‘şehrin insanı’ diyor, ‘kaypak ilgilerin insanı, ucuz ihanetlerin’. Şair olmayan ben ise ilişkisizliğin ve izolasyonun insanı diyebiliyorum ancak.
Bu izolasyonda görebildiğim kadarıyla bir başkasına olan merakımız, genelde onun yaşamının magazinsel boyutunu aşamıyor. İlgilenmek yerine kurcalıyoruz. Böylelikle bağ kurmak mümkün olmuyor. “Sen nasılsın?” diye soramıyor biri diğerine. Kendine bile soramıyor; nasılım? Sorarsa oradan gelecek herhangi bir duyguya içinde yer açması gerekecek, kendi sahip olduklarıyla zaten yeterince şenlenmişken(!) başkasının iyiliğine ya da kötülüğüne temas etmek zorunda kalacak. Tabii ikili ilişkiler de çoğunlukla karşılıklı dert anlatma seansları, geyik yapma seansları şeklinde var olabiliyor. Soralım; en yakınlarınızdan yeni tanıştıklarınıza kadar kurduğunuz ilişkilerde, nasılsınız?
İlk cevaplar şu minvalde olabilir: İlişkilerde karşı tarafın ne istediğiyle, neye ihtiyaç duyduğuyla ilgilenemeyecek kadar doluyuz. İçimize doldurduklarımızsa kaygı, nefret, öfke, mutsuzluk, bitirilmemiş işler, çözülememiş geçmiş, şehrin gürültüsü, tozu ve kirliliği, ülkenin bitmek bilmeyen gerginliği vs. Bunların bir kısmı bizimle bir kısmı coğrafyanın yüküyle alakalı. Ve evet bu doluluk içerde diğerine yer bırakmıyor. Hatta bu doluluk içerde bir duygunun filizlenmesine, herhangi bir şarkıyı mırıldanmasına dahi izin vermiyor.
Kuşkusuz bunlar haklı cevaplar olurdu. Ancak sormaya devam edeceğim: En son ne zaman bir arkadaşınızla birlikte, bir ormanda konuşmadan saatlerce yürüdünüz? En son ne zaman evinizin, hep gittiğiniz kafelerin, koşuşturduğunuz sokakların dışına çıkıp bir dostunuzla doğaya döndünüz? Özellikle tabiata varmaktan bahsediyorum. Çünkü şehrin içinde dopdoluluktan kaçış yok, biliyorum. Kendi tabiatımıza denk geleceğimiz yollar bir kamyon uyarıcıyla veya inşaat ile kapalı, görüyorum. ‘Biçim veremediğimiz şeylerin biçimini alıyoruz’, seziyorum.
Bir ormanda veya deniz kenarında yürürken, bir hayvana dokunup onun ‘saf’ doğasıyla karşılaşırken, bir kitabın sayfalarında heyecanla süzülürken insanın kendine döndüğü anlar vardır ya; tabiatın şiirle eşlik ettiği anlar, bir an evvel içerdekini kusmak yerine içeriyi ferah kılan anlar… İşte o anların sayısını çoğaltmak gerek diye düşünüyorum. Yürümenin Felsefesi kitabında Frederic Gros “Yürürken biri olmama özgürlüğünü yakalarız, çünkü yürüyen bedenin tarihi yoktur, o sadece hareket halindeki kadim yaşamdır.” diyor ve devam ediyor başka bir yerde; “ Yürürken kendine güvenin ve cesaretin sahici göstergesi yavaşlıktır.” Tam da kastetmeye çalıştığım dingin, yalın ruh haline işaret ediyor. Ve bu yalınlığa koşarak değil yavaşlayarak varabileceğimizi söylüyor. ‘Sakin olun!’ diyor kısaca, kusacak gibi hissediyorsanız yediklerinize dikkat edin. Ruhsal olarak sağlıklı beslenmenin yollarını bulun ki yaşam bir mide bulantısına dönüşmesin.
Bir de psikanalitik taraftan bakalım: Bülent Somay çok sevdiğim kitabı Bir Şeyler Eksik’te “Ötekini arzulamak, ötekiyle rekabet etmek, ötekiyle sevişmek, ötekinden nefret etmek, ötekine ‘haset ve şükran’ duyabilmek, ötekiyle tartışmak için, ‘öteki’nin daima ‘ben’le karıştığı, iç içe geçtiği aile ocağını terk edebilmek gerekiyor.” demiş. Yani birbirimizle ilişki kurmanın tek yolu büyümek… Büyümek ve diğerini işe dahil etmek durumundayız. Örneğin bize dokunan, verdiği tokluk hissiyle karın ağrısı yaratan veya açlıkla sınayan ilişkilerde bu hislerin ne kadarının o ilişkiye ne kadarının geçmiş yaşantılara ve çocukluğa ait olduğunu anlamaya çalışabiliriz.
‘Benim hammaddem ne, neyden ibaret değilim, neye karşı tetikteyim, neyi arzuluyorum, neyi bekliyorum?’ gibi sorular sormak ve çoğu zaman beklemediğin cevaplarla karşılaşmayı göze almak hiç kolay değil. ‘Diğeriyle ilişkim nasıl?’ da ayrıca bir konu başlığı… Fakat içlerine eğilip karanlık kuyulara taş atma cesaretini gösterenler orda karşılaştıkları gizemli aynalardan ‘nasıl’ olduklarını izleme fırsatı yakalayabiliyor.
Velhasıl ilişkisellik için hem kendi dünyamızda biraz ferahlığa ihtiyaç var hem de başkasının dünyasıyla ve kendi meramımızla ilgilenebilecek kadar meraka. Bu merak gökten zembille inmeyecek, bizim uğraşımızla oluşacak. Bu kaotik yoğunluk içinde kolay da olmayacak gibi görünüyor. Ancak şu soruyla başlayacağı açık: “Ben Ruhi Bey nasılım?” ve devam edeceği “Peki siz nasılsınız?”. (BK/ÇT)