Bu konu cumhuriyet tarihi boyunca tartışılan, özellikle 90’ların ikinci yarısında ve AKP iktidarının ilk dönemlerinde tartışma alanı bir hayli yoğunlaşan konuların başında gelmektedir.
Ancak bu süreçte tartışma sanki önsel olarak laik bir cumhuriyet veya seküler bir toplumsal/kamusal yaşam varmış gibi, laiklik-anti laiklik çerçevesinde yürütüldü. Konunun kısıtlayıcılığı ve yanılsamaya uygunluğu tam da bu çerçeveye sıkışmışlığın sonucudur. Çünkü verili durum, baştan yanlış konumlandırılmaktadır. Yani cumhuriyetin laik bir cumhuriyet olduğu iddiası ile başlayan tartışma, siyasal sürecin analizine ve sürecin izlenmesine sis perdesi çekmektedir. Bu da tarafları ciddi yanılgılara sürüklerken, tartışmayı neredeyse bir kısır döngüye sokmuştur.
Elbette konuyu sözünü ettiğim çerçevenin dışında ele alan sınırlı sayıda da olsa görüşler mevcuttur.
Bu çalışmalardan biri de İletişim Yayınlarından yeni çıkan Ceren Lord’un “Cumhuriyet’in Doğuşundan AKP’ye Türkiye’de Din Siyaseti” kitabıdır. Geniş bir kaynakça ve arşiv incelemesini ürünü olan bu hacimli kitap konuya dair bir hayli fikir açıcı niteliktedir.
Cumhuriyet’in kuruluş omurgası
Başta dini kimlik siyaseti olmak üzere kimlikler konusu, laiklik-anti laiklik, demokrasi gibi ana başlıklarda toplayabileceğimiz birçok konunun başlangıç noktası Cumhuriyet’in kuruluş paradigmasında ve bu paradigmanın omurgasında yatmaktadır. Buna ilmek de diyebiliriz. O ilmeğin gerçeği kavrandığında, örgünün takibi gibi gerisi de gelir.
Yusuf Akçura’nın ifadesiyle Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük olan üç tarzı siyasetin II. Abdülhamit’ten Cumhuriyet’e kadar aldığı şekil; (Osmanlıcılık kısa ömürlü olup Abdülhamit döneminde bir karşılığının olmadığı görüldü) Abdülhamit’in Panislamcı’lığı ve buna ilaveten İttihat Terakki’nin Pantürkizm’i Cumhuriyet’in kurucu kadrosu tarafından pan’ları atılarak Türk-(Sünni) İslam sentezi ideolojisi, Cumhuriyet Türkiye’sinin kurucu unsuru oldu.
Cumhuriyet hem bir Osmanlı devamlılığını hem de ondan bazı kopuşları da içeren bir devlet projesidir. Türk-İslam sentezi bu projenin esasını oluşturur.
Türkiye’de dini siyasetin seyrini de bu bağlamda ele alan Ceren Lord, dini siyasetin sürekliliğinin Cumhuriyet’in kuruluş kimliğinden kaynaklandığını “Dolayısıyla, erken Cumhuriyet döneminde farklı milliyetçi koalisyonlara rağmen Sünni Müslüman Türk kimliği ulus devletin temeli olarak yüceltildi ve ‘Müslüman burjuvaziye’ ayrıcalık tanımak için, Diyanetin kurulması dahil, değişik şekillerde kurumsallaştırıldı” (21) diyerek, ifade ediyor.
Ceren Lord’un bu kitabının Barış Ünlü’nün “Türklük Sözleşmesi” kitabıyla örtüştüğü görülmekte ve birlikte okunmasında büyük fayda vardır.
Diyanet iktidarın bir tahkim aracıdır
Cumhuriyet’te Türkçü-İslamcı siyasetinin uygulama kurumlarının başında gelen bir Diyanet varken diğer yanıyla Cumhuriyet, eksik ve çarpık da olsa bir laik kimlik oluşturmaya çalıştı. Ancak Cumhuriyet’te Diyanet ve laiklik hususu birbirine alternatif olarak değil, sürecin de gösterdiği üzere laiklik, dinci siyasetin dışlayıcılığı karşısında biçimsel olmaktan öteye gidememiş ve devletin toplumla ilişkilerinde işe yararlılığı ölçeğinde işlevsel kılınmaya çalışılmıştır.
Cumhuriyetin falan tarihine göre laiktik, filan tarihinden itibaren laik sistem bozuldu biçimindeki daha çok Kemalist çevrelerde dile getirilen söylemlerin Cumhuriyet gerçekliğinde bir karşılığının olmadığını “Kısacası, bu kitabın temel varsayımı, Türkiye’de dini kimlik siyasetinin yükselişi ve başarısının laik ulus devlet inşası içindeki bir moladan kaynaklanmadığıdır” diyerek dile getirin Lord, dini siyasetin Cumhuriyet boyunca bir süreklilik gösterdiğini söylüyor.
Devletler yekpare bir güç merkezi değildir. Devlet ve toplumsal hayat hep bir iktidar mücadelesinin hem kaynağını hem de alanını oluşturur. Cumhuriyet’in kuruluşundan bugüne kadar dini siyaset ve laiklik ilişkisi farklı dalga boylarında cereyan etmiş ve iktidar mücadelelerin önemli bir parçası olmuştur. Ancak bu mücadele sürecinde Diyanetin rolü için Lord “Diyanet bir Sünni İslami otorite olarak Osmanlı ulemasıyla bir devamlılık içinde Sünni Hanefi ortodoksinin taşıyıcısı ve koruyucusu olarak hareket etti…” (132) tespitini yapmaktadır. Bu gerçeklik bize dinci siyasetin salt kamusal alanı İslamileştirmesini değil, iktidarlar için bir tahkimat oluşturduğunu da gösterir.
Dini siyasetin yaygınlaşması
2. Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında ABD’nin öncülüğünde Sosyalist Bloka karşı başlatılan Soğuk Savaş, Türkiye’de dini siyasetin devlet aracılığıyla sıçrama yaptığı dönemdir.
Soğuk Savaş sürecinde komünizme karşı mücadele siyasetinin oluşturulmasının Türkiye’deki ayağında zaten Türkçülükle eklemlenmiş olan Sünni İslam dini siyaseti daha bir desteklenerek anti-komünist mücadelenin ideolojik söyleminin ana unsuru haline geldi.
Dini siyasetin yaygınlaşmasının ikinci aşaması ABD Başkanı Carter dönemiyle başlayan Yeşil Kuşak stratejisidir. SSCB’ye (Komünizme) karşı oluşturulan, adını İslam’ın simgesel yeşil renginden alan “Yeşil Kuşak” stratejisi Türkiye, İran, Pakistan, Afganistan hattını kapsıyordu. Yeşil Kuşak Stratejisi bu ülkelerde İslam üzerinden güçlü bir anti-komünist siyaset dili oluşturulmasına imkân verdi.
Bu aşamada ülkemizdeki bir yanıyla Yeşil Kuşak stratejisinin de bir parçası olarak 12 Eylül Askeri Darbesi oldu. Darbe bir yandan neoliberal politikaların yeniden yapılandırılmasını sağlarken bir diğer yandan da “Diyanet dahil dini seferberliğin, din eğitiminin, vakıfların ve işadamı derneklerinin seferber dilmesinin arkasındaki yapının büyümesini sağladı.” (21)
Cunta böylece Diyanetin rolünün merkezileşmesini ve yaygınlaşmasını sağladı. Cunta rejimi bu vesileyle Türk-İslam sentezi programının hız kazanmasında Diyanet’e ve dini siyasi çevrelere destek verdi.
Dini siyasetin yaygınlaşmasının üçüncü aşamasını ise AKP dönemi oluşturmaktadır.
Ancak tekrar altını çizerek belirtelim ki, bütün bu yaygınlaşma süreçlerinin zeminini ve büyümesini sağlayan toprak, Cumhuriyet’in kuruluş kimliğidir.
AKP’nin mağduriyet anlatısı ve liberallerin yanılgısı
Türkiye Cumhuriyeti tarihinin merkezini, laik Kemalist devlet seçkinleri ve geleneksel Müslüman toplumun değerleri arasındaki bir mücadele olarak ele alınması, ilginçtir ki hem laikçi hem de anti-laikçi taraflarda bir mevzi oluşturmakta ve tartışma bu ikilem yoluyla bir açmaza sürüklenmekte. İktidar mücadeleleri tam da bu durumdan popülist siyasetleri için kendilerine lojistik devşirmenin memnuniyetini duymaktalar.
Bu merkez (Kemalist iktidar)-çevre (Müslüman toplum) bakış tarzından hareketle İslamcı anlatı, toplumun siyahları olarak kendilerinin devletçi kesimi oluşturan beyazlar tarafından dışlandığını, mağdur ve mazlum olduğunu iddia eder.
İslamcı aktörlerin ve AKP siyasetinin Müslüman mağduriyeti temelli anlatısı “…aslında sağın devlet içindeki iktidar mücadelesinde bir hegemonik söylemi oluştururken, demokratikleşme olarak pazarlanabileceği”ni (311) de gösterdi.
Demokratikleşme pazarlaması algısına 90’ların ikinci yarısından ve özellikle AKP iktidarının 2012’li yıllarına kadar liberal çevreler dahil oldular.
Hâlbuki AKP iktidarının giderek otoriterleşen, parti devleti haline gelen durumuna baktığımızda “AKP’nin yükselişine devlet inşasının otoriter laiklik örüntüsünden bir kopuş ne de laik Kemalist devlete karşı bir demokratikleşme olarak görülür.” (38)
Merkez-çevre bakış tarzına göre bir de çevrenin kendi öz gücüyle ve gittikçe yükselen ekonomik değeri diye lanse edilen ve bu ekonomik gelişmenin de demokratikleşmeye katkı yaptığı iddia edilen “Anadolu Kaplanlarından” söz ediliyordu.
1970’lerden başlayan kalkınmada öncelik bölgeler, 1980’lerde izin verilen İslami bankacılık sisteminin kurulması, devlet teşviklerinin KOBİ’lere yönlendirilmesi gibi merkezin bu büyümeye alt yapı oluşturduğu gerçeği göz ardı ediliyordu. Ve AKP iktidarıyla birlikte İslamcı kimliği iktisadi faaliyetin rengi (bu kimlik, sınıfsal ilişkinin örtülmesi için de elverişli koşullar sunmaktadır) olarak kullanan bu kesimlerin gerek yerel yönetimlerin gerekse merkezin ihaleleri yoluyla büyümesini sürdürdüğü de bir gerçektir.
Bu yanılgılar liberallerle sınırlı değil, ancak bu tür görüşlerin akademi ve medya dünyasındaki taşıyıcı rollerinden ötürü onları görünür kıldı. (AKP iktidarı onları akademiden de medyadan da çoktan tasfiye etti).
Yazıyı bitirirken, kitap AKP ile MHP’nin Cumhur İttifakında simgeleşmiş olan Türk-İslam sentezinin devamlılığını sağlayan iktidarına karşı laikçi, Kemalist, milliyetçi, devletçi odakların dışında demokratik bir siyasi görüş ve tutum oluşturmaya katkı sunan değerli bir kaynak olma özelliğine sahiptir. (HŞ/AS)