Buenos Aires'teki Latin Amerika Sanatı Müzesi (Museo de Arte Latinoamericana MALBA) dünyada alanındaki en kapsamlı müzelerden biri. Meksika'dan Paraguay'a, Şili'den Arjantin'e, Uruguay'dan Peru'ya, kıtanın 1900-1970 arası kültürel, politik ve sanatsal hafızasını fotoğraf, tablo, skeç, heykel ve enstalasyonlarla sergiliyor müze.
MALBA aslında 2001 yılında, Eduardo Constantini adlı iş insanının müzenin bağlı olduğu sivil toplum kuruluşuna kendi özel koleksiyonundan 223 parça sanat eseri bağışlamasıyla açılmış. Yıllar içinde koleksiyon genişleyip şu anki 600 parçalık haline ulaşmış. Müzedeki birçok eser hem yerel hem de uluslararası değer taşıyor. Fakat benim asıl dikkatimi girişteki şu açıklama çekti (naçizane Türkçeleştiriyorum): "Koleksiyonumuzun ana düşüncesi Latin Amerika'nın coğrafi bir olgudan çok daha fazlası olduğudur. Biz Latin Amerika'yı dil, din ve yerli halkların tarihi gibi ortak elementler vasıtasıyla bir araya gelmiş, heterojen bir kültürel eğilimler ve hareketler dizisi olarak görüyoruz. Böylesi bir kıta, içinde barındırdığı her bir ülkenin ve bölgenin farklı yaşam deneyimlerine paralel olarak, çok sesli ve geniş bir kültür potası da demek aynı zamanda."
Müzenin girişindeki bu yazıyı okuduktan sonra, yakından ilgilenmeye çalıştığım ve büyük bir genelleme içerdiğini düşündüğüm "Latin Amerika edebiyatı" ifadesi gibi, "Latin Amerika sanatı" ifadesinin de bir o kadar problemli olduğu geldi aklıma. Yazının devamı bu algımı onaylar nitelikte olduğu için içime biraz su serpildi. Şöyle devam ediyordu yazı: "Öyleyse 'Latin Amerika sanatı' problematik bir kategoridir. Bir yandan yapay ve hayali bir inşaayken, diğer yandan da Avrupa-merkezli paradigmalara karşı bir direniş ve entegrasyon sinerjisi yaratmaya çalışan kullanışlı bir kategoridir." Görülen o ki müzenin sahipleri ve kuratörleri, "Latin Amerika sanatı" ifadesinin yaratabileceği indirgemeci algıya karşı, ifadenin kültürlerarasılığını ve çokkatmanlılığını kullandıklarını önceden belirtmek istemişler. Nitekim bunun müzedeki bir yansıması kronolojik periyodlara ayrılmış odalarda farklı ülkelerden olsa da aynı ideolojik arka plana referans veren sanat eserleri yan yana bulmak.
Fakat müzenin girişindeki bu açıklamada Latin Amerika kültürüne dair anahtar olabileceğini düşündüğüm başka bir kelime vardı: direniş. Ne var ki kastım fizikselden çok düşünsel bir direniş. Amerikalı edebiyat teorisyeni Harold Bloom "The Anxiety of Influence" adlı kitabında Aydınlanma sonrası şairinin yaşadığı geç kalmışlık duygusu ve orijinal olma çabasıyla gelen buhran gibi bileşenlerin tümünü kastederek "etkilenme endişesi" kavramını kullanmıştı. Daha çok modernizmin çekirdeğini oluşturan geç kalmışlık duygusuyla ilişkili bu kavramı, Nurdan Gürbilek, René Girard'ın "dolayımlanmış arzu" kuramıyla yan yana koyarak Osmanlı-Türk edebiyatı kronotopuna uygular. Girard'a göre özgünlükte ısrar eden yaratıcı zihin, idealize ettiği modelinin gölgesini fark ettiğinde arzusunun ödünç alınmış olduğunu anlar ve sonsuz bir karanlığa çakılır. Basitçe söyleyecek olursak, orijinalliğin artık mümkün olmadığını fark ettiğinde buhrana düşer.
Bunları neden söylüyorum? Türkiye, Arjantin, Meksika, Şili, Kolombiya gibi, deyim yerindeyse Batı'nın kıyısında kalan ülkelerde sıkça görülen ve "kendi olma çabası" sonucu düşülen bu buhranı önceleyen asıl durum, ötekini idealize ederken ötekinin aynısı, kopyası olmaya karşı kuvvetli bir direniştir de aynı zamanda. Müzenin duvarında gördüğüm bu "Avrupa-merkezli paradigmalara direniş" ibaresi bana Türkiyeli biri olarak kültürel anlamda çok tanıdık geldiği için, Latin Amerika ülkelerinin kültürel üretimleriyle bizim sanat ve edebiyatımız arasında paralellikler kurmak bir kez daha anlam kazandı gözümde. Eğer sosyo-kültürel üretimler arasında paralellikler kurabilmek ve bulabilmek mümkünse, ülke psikolojileri arasında da analoji kurmamızın mümkün olduğunu ileri sürebiliriz. Nurdan Gürbilek (Türkiye'nin ülke psikolojisini edebiyat üzerinden ustaca okuduğu) "Kör Ayna Kayıp Şark"ta Türk-Osmanlı edebiyat geleneğindeki ana hissiyatı ve söz konusu etkilenme endişesini şöyle basit ve büyüleyici bir ifadeyle açıklıyor: "hayranlık yüzünden, hayranlığa rağmen, hayranlıkla birlikte gelişen" (33).
Büyük bir narsisistik yaralanma aynı zamanda. Bizlere okullarda verilen "Batı'nın ilmini aldık" ve sonrasında "ama sadece ilmini" diye altı çizilen mesajda ya da öğretide, şüphesiz, etkilenme endişesiyle beraber ötekinin kopyası olmaya karşı bir korku ve direniş de vardı. Aynı müzenin duvarında ifade edildiği gibi; bir Batı-merkezli paradigmalara direniş.
Fakat unutmamak lazım ki direniş kavramı doğası gereği arzu kavramıyla da iç içe geçmiş bir kavram aynı zamanda. Arzulamak, Batı, öteki, kültür, korku, direniş... Bunlar yan yana gelince tekinsiz bir şeyler çağrıştırıyor olabilir mi? Yabancı gibi gözüken, ama aynı zamanda tanıdık; bizden. Latin Amerika sanatı örneklerini sergileyen bu müzede de bu ikiliği, bu tekinsizliği hissetmek mümkün. Ayrıca, ana misyonlarından biri "Avrupa-merkezli paradigmalara direniş" olan MALBA'da, sergilenen eserlerin yaratıcılarının çoğu Avrupa'da yaşamış ve eğitim görmüş. Arzu-direniş ikiliği hafifçe belirerek bir göz kırptı sanki burada yine...
Serginin kendisinden biraz bahsedecek olursak, yedi kronolojik bölümden oluşuyor ve 20.yy erken modernizminden başlayıp 70'lerin politik sanatından örneklerle sonlanıyor. Ziyaretçilerin en çok ilgisini çeken eserlerden biri Brezilyalı sanatçı Tarsila do Amaral'ın "Abaporu" (1928) başlıklı tablosuydu. Bu tablo aynı zamanda, merkezine öncelikle Brezilyalı kimlik eleştirisini alan ve daha sonra tüm Latin Amerika'ya yayılan antropophagy akımını da başlatan esermiş. Akımın bir diğer ismi Emiliano di Cavalcanti de, "Mulheres com frutas" (1932) adlı eseriyle hemen yanda yer alıyor. Bunun dışında Alfredo Guttero, Joaquín Torres García, Armando Reveron, Xul Solar gibi isimlerin tablolarını bu kısımda bulmak mümkün.
Bir sonraki "Kültürel Kimlik" başlıklı bölüm, kıtanın hafızasında büyük bir yer kaplayan 1910-20 Meksika devrimini konu alıyor. Buradaki açıklamalarda sıkça kullanılan kelimeler arasında iş, işçi, hak, yerli halk, ırk, unutmak ve bilinçaltı var. Kelimelerin hepsinin toplandığı ortak nokta da "mestizaje" kavramı. Türkçe'ye "karışım" olarak çevirebileceğimiz bu kelime, bir yerlinin ve bir İspanyolun birlikteliğinden ortaya çıkan post/kolonyal bir kimlik ve aynı zamanda gerçek. Kök, ya da orijin kavramlarını muğlaklaştırdığından, ve "ben aslında kimim?" sorusunu yanıtlamayı imkansız kıldığından büyük bir problematik de aynı zamanda. Soruya, kendisini folklörün, maskelerin, geleneksel kıyafetlerin, bitkilerin ve hayvanların ortasında resmederek cevap aramaya çalışan Frida Kahlo karşılıyor ziyaretçileri bu bölümde. Hemen yanında hem Kahlo'nun partneri, hem de "Mexican muralism" denen duvara çizim akımının öncülerinden Diego Rivera'nın eserleri yer alıyor. -Bu arada atlamadan geçmeyelim, bu noktaya kadar müzede herhangi başka bir kadın sanatçının eserlerine yer verilmemiş- Ziyaretçilerin yoğun ilgi gösterdiğini bir başka tablo da Arjantinli Antonio Berni'nin işçi ayaklanmasını resmettiği "Manifestación" (1934).
Sonraki bölüm Latin Amerika'nın olmassa olmazları sürrealizm ve büyülü gerçekçilik (realismo mágico) üzerine. Andre Bretón'un 1924 tarihli "İlk Sürrealist Manifesto"sundan etkilenen Latin Amerikalı sanatçılar, yaşadıkları toplumlarda zaten halihazırda varolan mitler, efsaneler ve görenekler yoluyla bir köklere dönme arayışına girmiş ve ortaya meşhur büyülü gerçekçilik akımı çıkmış. İlham kaynağının Batı olduğunun altı burada da gayet net çizilmiş. Özellikle Buenos Aires'te bir grup tıp öğrencisinin Freud çevirileri ve Aldo Pellegrini adlı Freud takipçisi şairin vasıtasıyla sanatta psikanaliz akımı yayılmış. Brezilya'da ise psikanaliz, Amazon kültürlerin bilinçaltına inmek ve onları resmetmek üzere kullanılmış. Burada tabloları çoğunlukta olan sanatçılar ise Roberto Matta, Cícero Dias ve Roberto Montenegro.
Peki bu örnekleri sunulan Latin Amerika sanatı ne zaman yerelin ötesine çıkıp uluslararası tanınmışlık kazanmaya başladı? Müzenin açıklamasına göre, dünyada komünizmin yaygınlaşması sonucu Fidel Castro'nun Küba'da yönetime geçtiği 60'larda, ki bu dönemde sanat Kennedy'nin Pan-Amerikanist politikasına karşı bir duruş olarak da renk ve ivme kazanmış. Brezilya'daki sanat çevreleri İsviçreli mimar Le Corbusier'in etkisinde kalarak daha çok mimari alanda eserler verirken, Arjantinli sanatçılar Paris'teki "Le Mouvement" sergisinden esinlenerek kinetik sanata yöneliyor. Bir diğer deyişle, Avrupa'ya seyahat eden, orada eğitim gören, çalışmalar sürdüren ve orayla yakın ilişkiler içinde olan Latin Amerikalı sanatçılar vasıtasıyla Latin Amerika sanatı uluslararası görünürlük kazanıyor.
Müzenin son kısmı 70'lerin politik sanatına odaklanmış. Burada gazete küpürü kolajlarından enstelasyonlara, afişlerden maketlere birçok sanat ürünü bulunuyor. Jesùs Ruiz Durand'ın "Reforma Agraria" başlıklı on beş afişi kolajladığı eserde, elinde bayrak tutan yerli bir kadın "Biz Kuzeyli kadınlar devrimi destekliyoruz, sen de devrimci bir yuva inşaa etmek için burada bizimle olmalısın" mesajını veriyor. Hemen karşı kısımda Cláudio Tozzi'nin endüstriyel mürekkep kullanarak çizdiği Che Guevara portresi var. Son olarak Fernando Botero'nun meşhur "El viudo"su da burada bulunuyor.
Ben bu sergiyi gezerken aklımda, yazının başında aktarmaya çalıştığım, Türkiye, Meksika, Şili, Kolombiya gibi çeper kültürlerde hüküm süren "etkilenme endişesi" gezip durdu. Arjantin'de bir Latin Amerika sanatı sergisi gezdiğimin bilincindeydim ama, bilinçaltım bulunduğum yerin Buenos Aires değil Paris olduğuna inanmaya çok daha meyilliydi. Aynı, İstanbul Modern'e yolumun düştüğü zamanlarda kendime aslında Türkiye'de olduğumu hatırlatma ihtiyacım ve sonrasında gelen garip his gibi. Varolun dolayımlanmış arzular, çok yaşayın tekinsizlikler. (İŞ / HA)