“Biz bu metni oynadıktan sonra dünya değişmeyecek, ama en azından insanların kafasında bir şeyler uyanabilir diye düşünüyoruz...”
Bir röportaj niyetiyle yola çıktığım, fakat son tahlilde damağımda söyleşi tadı bırakan, oyuncuların gözlerinin içine baktığımda tiyatroyu gördüğüm, sarf ettikleri her kelimede tiyatronun yaşadığı, “gerçek” kalplerle yapılan güzel bir sohbet oldu bu benim açımdan. Hakkında “Strinberg’den sonra en iyi İskandinavyalı oyun yazarı” diye bahsedilen Lars Noren’in Türkiye’de sahnelenen ilk oyunu Savaş, ve bunu Pürtelaş Tiyatro gerçekleştirmiş durumda. Oyun asıl itibarıyla Bosna Savaşı’nın mahvettiği bir ailenin dramını anlatsa da, genel olarak savaşın tüm olası anlamlarını seyirciye sorgulatıyor ve oyunu izleyen herkesin içinde bir savaş başlatıyor. Özellikle son günlerde yaşadığımız olaylarla daha da anlam bulduğunu düşündüğüm, “tam da zamanında gelen” bu oyunu, oyuncuları Tilbe Saran, Sermet Yeşil, Ecem Uzun ve Damla Sönmez’le konuştum.
Sizce oyun savaşa gidenin mi yoksa geride kalanın mı travmasını anlatıyor daha çok?
T.S: Hepsi. Giden de var kalan da var. Dolayısıyla savaşta kimse masumiyetini koruyamıyor. Giden için ayrı, dönen için ayrı bir travma. Ve o ikisinin karşılaşması kendi içinde bizati bir travma oluyor. Hatta savaşa gitmemeyi tercih edenin travması, savaşa gidenden daha az değil.
S.Y: Oyun tek bir yerden bakmıyor. Giden de var kalan da var oyunda. Oyun daha çok genel bir travmadan bahsediyor.
Annenin ve babanın adlarını oyun boyunca hiç duymuyoruz. Bu isimsizlik, kimliksizlik durumunu farklı bir boyutta okumalı mıyız?
T.S: Evet. Annenin ve babanın ismi yok, ama kızların ve amcanın ismi var. Oyunun yazarı burada şöyle bir şeye dikkat etmiş: Oyunun Bosna savaşından sonra yazıldığını biliyoruz. Fakat isimler, karakterleri belli bir coğrafyaya ve etnik kimliğe sıkıştırmamak için hem Müslüman hem Hristiyan isimleri olarak seçilmiş. Yani Hırvat da olabilirler, Sırp da olabilirler, Müslüman yahut Boşnak da. Bu seçilmiş bir durum. Zaten fikrimce tek bir satır yok ki seçilmemiş olsun. Oyunun parlaklığı, kristal gibi olması da bundan kaynaklanıyor.
Metne ne denli sadık kalabildiniz? Ekleme/çıkarma yaptığınız oldu mu?
T.S: Çok az çıkartma var. Ara vermeden ve seyircinin dikkatini dağıtmadan, daha katlanılabilir kılmak için bir tür akordiyon sıkılaştırması yaptık. Çok hafif çıkartmalar oldu.
S.Y: Yani şöyle oldu mesela, bir kelimeyi bile değiştirmek için üzerinde düşündük. Bazen replik, hayal ettiğimiz şeye anlam olarak ulaşmıyor. Daha biz söylerken cümleye yabancılaşıyoruz. Bunun sebebi genelde çeviriden kaynaklanan tuhaflıklar oluyor ya da zaman geçmiş oluyor. Kelimeler üzerinde durduk, onları uzun uzun tartıştık bu karşılıyor mu bu oluyor mu diye ve bazı tekrarları kıstık. Yoksa metne sadıklık konusunda metni hiç bozmadık, çünkü ortada kutsal bir metin var. Ve biz de o kutsal metni koruduk.
Oyunda çok ilginç olan bir nokta, karakterlerin durumlarının fazlasıyla değişken olması. Kadın birden erkeğe dönüşebiliyor, küçük kız aniden şok edici bir kadınlık sergileyebiliyor. Bu durum hakkında ne söylemek istersiniz?
T.S: Aslında bu ilginç bir soru çünkü daha önce hiç düşünmediğimiz bir şeydi.
D.S: Galiba yaşanan tüm o savaş ve travma, bütün karakterlerdeki ya da bu olayın içinde kalan insanlardaki kadınsı, maskülen, çocuk, yetişkin gibi sosyal hayatta bildiğimiz tanımların hepsini silip yalnızca hayatta kalmak, yaşamaya devam etmek üzerine bir şey kuruyor. Bu yüzden şayet anneye bir tepki geldi ve kendi hayatını ona erkeksi bir cevap vererek devam ettirebilecek; oraya kayıyor. Artık o sosyal özelliklerin hiçbirinin bir öneminin kalmadığı bir alan orası, ki aslında tüm karakterler tam olarak tanımlayamayacağımız yaratıklara dönüşmüş durumda. Metinde de insanlıklarından şüphe duyduğumuz çok ciddi noktalar var. Deminki soruyla ilgili bir şey bu aynı zamanda; savaşın yarattığı travmalardan dolayı “özellik kaybetme” durumu. Hiçbir karakterin “ben buyum, böyle şekilde tepki veririm, böyle yaparım” deme lüksleri yok, bir tavır koruma lüksleri yok.
S.Y: Çocuk çocuk olmaktan, kadın kadın olmaktan, erkek erkek olmaktan vazgeçiyor. Kimse bunu bilerek yapmıyor; ayakta ve hayatta kalmak için savaşılıyor.
T.S: Sadece yaşamak. Ne olduğunun, nasıl ne şekilde olduğunun önemi kalmıyor.
Savaşın bittiği, savaş sonrası bir duruma tanıklık ediyor olsak bile dram bitmiyor. Hatta belki daha kötüsü başlıyor. Bu durumda sizce tek suçlu savaş mı?
S.Y: Ben 36 yaşındayım ve kendimi bildim bileli psikolojik bir savaşın içindeyim. Sıcak savaşın içinde hiç bulunmadığım için yaşamsal olarak oluşmuş bir anım, kültürüm yok. Ama okuduğum, gördüğüm, bildiğim kadarıyla Kuveyt savaşından beri artık canlı olarak yayınlanan bir şey savaş, bir reyting aracı hatta. O yüzden tanık oluyoruz. Bosna savaşı da öyle bir savaştı. Yani bir suçlu aramak-karakterim üzerinden konuşmuyorum kendim üzerinden konuşuyorum-benim için zor. Benim bildiğim bazı doğrular var, bazı mercekler. O merceklerden bakmaya çalışıyorum hayata. Sermaye denen de bir şey de var ve o sermaye sürekli el değiştirdiği için savaşlar çıkıyor bir şekilde. Din, toprak, sınır meselesi… Tüm bunlar bana hikayenin diğer yüzü gibi geliyor. Baktığım mercek böyle gösteriyor bana olan biteni. Ama kendi canlandırdığım karakter için konuşacak olursam, o asla suçlu değil. Ülkesini savaşmak için savaşa gitmiş ve kendini bir kahraman olarak görüyor. Suçlu olan diğerleri. Bir daha bulsa bir daha yapacak yani. Küçük kız aynı şekilde, canlı bomba olmak istiyor falan. “Patlatıcam kendimi onların içinde” diyor, kin besliyor diğerlerine çünkü onlar suçlu. Yine benim karakterim açısından özel ilişkilerinde kadın suçlu.
E.C: Bence kimse kendini direkt olarak suçlamıyor. Sadece anne, her şeye göz yumduğu için kendini daha çok suçlayan olabilir. Zaten oyunda da böyle bir sahne var. Büyük kız annesine “ben mi sana yardım etmiyorum” diyor. Annesi de “özür dilerim, ediyorsun” diyor. Orada da bir geri adım var. Tam olarak suçlu hissetmiyorlar yani.
D.S: Tek suçlu savaş mı sorusunun cevabı galiba evet oluyor. Çünkü ancak savaşı çıkardığımız taktirde biz o kahramanlardan, kişilik özelliklerinden bahsedebilmeye başlıyoruz. Suçlu aramak söz konusu değil hiçbiri için. Zaten metinde de herkes yalnızca kendi meramını anlatmanın derdinde.
T.S: Metinde, adam karısına “ben gelmeden kendini öldürmeliydin, beni rezil ettin” tarzında maço bir söylemde bulunuyor. Orada kadın direk olarak suçlu konumuna düşüyor. Ayrıca savaş olmasa da bu çok keskin ve tanıdık bir erkek bakış açısı. Savaşı çıkarsak da o dinamik işler gibi.
D.S: Sırf erkek bakış açısı da değil. Bütün o çalışma döneminde çeşitli belgeseller ve röportajlar izledik. Savaştan sonra hayatta kalan tecavüz kurbanı kadınlar o tecavüzün travmasını atmakla uğraşırken, bir yandan da ben bunun kendime yapılmasına nasıl izin verdim diye de kendilerini suçladıkları bir yer var...
Oyunun, ülkenin şu an içinde bulunduğu toplumsal ve siyasi durumlara dokunan tarafları var mı?
E.U: Hangi biri değil ki! (Kahkaha kopuyor!) -diyip ben sözü hocama bırakayım.
T.S: Her dakika herkese değecek bir metin bu. Tüm sermaye, kapital, bu kapitalin el değiştirmesi sırasında yaşanan o hesap kitap, her an her toplumu felakete hazır bir şekilde bekletiyor. O küçücük ayrılıklar, insanların hayatına aslında tat tuz olarak, renk olarak değen bütün farklılıklar birdenbire bir çatışma sebebine dönüşebiliyor. O esmer, bu sarışın, biri Hıristiyan biri Müslüman, biri Alevi biri Sünni, biri Kürtçe biri Zazaca konuşuyor… Bu gezegen ekosistem gibiyken ve insanların bir arada yaşaması keyif dolu olmalıyken bu küçücük sebepler bir anda savaş sebebi sayılıyor. Gerçek olmadığını biliyoruz tabii ama insanlar doğdukları andan itibaren bu öteki bakış açısıyla yoğruldukları için çok kolay oluyor bu durumun birdenbire olumludan olumsuza geçivermesi. E zaten bizim ülkemizde de ha demeden kesin birine değiyorsun.
S.Y: Şu an ülkede yaşanan makropolitik düzeydeki olaylarla direk bir ilgisi yok. Oyun genel bir atmosferden bahsediyor. Zaten yazar da bunu tercih ediyor, ki bunu direk Bosna savaşı üzerinden değil savaş kavramı üzerinden anlatmaya çalışıyor. Bu yüzden savaşın hangi coğrafyada geçtiğine dair metnin herhangi bir imajı yok. Zaten eleştiride olan tarafı da bu. Bunun dışında, bizim doğuda hiç bitmeyen bir savaşımız var ve sürekli politika malzemesi haline geliyor. Bitmesi zaten istenmiyor gibi bir durum var sanki. Bu yüzden hükümetler değişse bile savaş değişmiyor. Bu metin “aman savaşlar bitsin” diye oynanan bir metin değil. İnsanlara, savaşın neticesini göstermek isteyen bir metin. En azından ufak ayrıntılar açmak isteyen bir metin. Biz bu metni oynadıktan sonra dünya değişmeyecek, ama en azından insanların kafasında bir şeyler uyanabilir diye düşünüyoruz. Bosna savaşı bizim burnumuzun dibindeydi, bütün Avrupa zaten kulaklarını kapamıştı. Toplu katliamlar oldu orada, fakat Müslüman bir ülke olarak biz de bunların çoğunu görmek istemedik. Çoğu zaman dışarıda kaldık. Buna ses çıkarmak isteyenleri bile tutukladık veya İslam propagandası yaptığını düşündük. Hep bir dine çekiliyor veya ekonomik boyuta. Niyeyse kimse olaya insani tarafından bakmıyor. Metin bunu söylemeye çalışıyor. Bu açıdan Türkiye’nin yakın politik tarihiyle mutlaka bağları var. Savaş iç yaralar, parçalar diyor.
T.S: Oyunda savaş bir ailenin içine gelip yerleşmiş, çöreklenmiş vaziyette. Ailenin bireyleri arasındaki ilişkiler üzerinden anlamaya çalışıyoruz savaşı. Dolayısıyla savaşın hangi coğrafyada olduğunun hiçbir önemi yok. Bu şöyle bir metin: O koşulları sen dünyanın en barışçıl yerine götür, orayı da darmadağın edersin. Dünyanın birbirini en seven ailesinin, en sağlıklı ilişkilerinin olduğu ortama o koşulları koy, bitti.
D.S: Komşusuna iki kızıyla birlikte tecavüz edip bunu da birbirlerine izleten bir komşudan bahsediliyor oyunda. Daha önce arkadaş olan, birbirlerinin evine girip çıkan insanlar bunu yapıyor. Şu an burda da etnik meselelerden dolayı birbirlerinden nefret eden komşular var. Yani aynı hedef vurulmuş durumda zaten. Sadece dozajı farklı birbirinden. Bunlar yaşandı burnumuzun dibinde de. Çok uzak değil.
Oyun, oyuncu açısından bir hayli zorlayıcı. Psikolojik çözülmeler, inişler, çıkışlar kol geziyor. Oyuncular olarak sizi bu atmosferde en çok etkileyen (pozitif veya negatif anlamda) sahne veya durum hangisiydi?
D.S: Ben Benina’nın annesiyle olan ilişkisini kurarken çok zorlandım. Hayatta kalmak için fahişelik yapması... Bir yandan tam gelişme çağında, savaş olmasaydı da anneyle belli problemler yaşıyor olabilirdi ama… Bu durum hakkında çoğu kez gözyaşlarına boğulduğum oldu provada, gece uyuyamadığım da.
T.S: Ben hem bir oyuncu olarak hem de Tilbe olarak karşımdakiyle çok çabuk empati kuran biriyimdir. Onu kur(a)mamak, o sertliğe, o buzluğa, o nasırlaşmaya teslim olmak, ki onu anlatıyor oyun, benim için en zoruydu. Mesela prömiyerde hala becerememiştim onu yapmayı. Çok zorlandım. O küçücük bir ara ama o arayı kapattıktan sonra benim için oynaması daha rahat oldu. Jilet gibi kesiyor metin. Oyuncu olarak durup düşünüp hissetmeye vakit bırakınca tahammül fersah oluyor ve patinaj yapmaya başlıyor insan o durumda. Ama o şalteri kapatınca hiç dokunmuyor.
E.U: Bende de böyle bir şey var. Zaten rolüm gereği benim durup düşünmeye hiç vaktim yok. Benim en sıkıntılı anlarım akşam eve giderken yoldaki ve gece uyurkenki anlarım. Çünkü geçmiyor; o izlediklerin, burada konuşulanlar, hala tüylerim diken diken oluyor hatırlayınca. Ben ağlayacağım başkası devam etsin! (Gülüyoruz)
S.Y: Ben Eskişehir’de şehir tiyatrolarında çalıştığım için bir alışmışlığım var. Bir fabrika gibi düşünün orayı. Ama burada çalışırken yönetmenimiz Serdar Biliş bana bir cümle söyledi ve ampullerim yandı: Seyircinin duygusunu oynama. Bunu dediğinde ben duvara çarptım. Zaten empati kuruyoruz ve böyle bir şey yaşayan şöyle davranır gibi önyargılarımız var. İşte metin bunların hiçbirini kabul etmiyor. Direk kusuyor ve tuhaf bir şekilde bunları görene kadar seni bekliyor. Tilbe’nin de dediği gibi prömiyer o bakımdan benim için de sorunluydu. Sürekli kendimi geri çekmeye çalışıyorum.
D.S: Yani oyun oyunculuk çalıştırıyor. Bildiğin şeyi unut gel, ben sana başka bir şey göstereceğim diyor resmen.
T.S: Elimizdeki her şeyi kenara bırakmamız icab etti. Yani hazırdan yiyemedik… Yemeye çalıştığımız her şeyi de vık diye kustu. Hayatımda en zor ezber yaptığım oyundu.
Serdar Biliş’in yönettiği bir önceki oyundan (Lear) çıkarken de benzer hisleri yaşamıştım. Koltuğuma çakılı kaldığımı hissetmiştim. Bu his bu oyunda elbette çok çok fazla. Bu durumda, seyirciyi depreme uğratmayı seven bir yönetmeniniz olduğunu söyleyebilir miyiz? Ve seyircinin oyuna genel olarak tepkileri neler?
T.S: Yazılı olanlar var. Benim çok kıymet verdiğim bir arkadaşım Leyla Neyzi. “Ben ki bellekle uğraşıyorum, o konuda çalışıyorum, sabaha kadar uyuyamadım” demiş. Prömiyerde gelen bir arkadaşım “Biz oyundan çıkınca yemek yiyecektik perişan olduk anasını satayım” dedi. Sert bir oyun evet. Ama tabii ki bu istediğimiz bir şeydi.
D.S: Prömiyerden önce ülkeyi terk etmeyi düşünen bir arkadaşımız vardı. “Zaten düşünüyorduk eşimle. Kızımız da küçük. Ben gerçekten kalmayacağım bu ülkede” dedi.
E.U: O kadar mı sertiz dedik kendi kendimize, çünkü kendimizi o kadar kapatmışız ki, unutmuşuz herhalde.
S.Y: Evet, sert bir tarz olduğunu söylüyor herkes. Ama böyle olmak zorundaydı. Yönetmenin de katkısı var bu duruma tabii. Serdar, Tilbe Saran konusunda ısrar etti. Etmeyebilirdi. Tamam Tilbe sen öyle yap diyebilirdi, demedi.
T.S: Ben Serdar’ın koşulları çok iyi okuduğunu düşünüyorum. İç, dış, ruhsal, zihinsel olarak şimdi, burada ve bu anda olmamızı sağladı. Sapma yapmamıza izin vermedi. Tarz derken bundan bahsedilebilir ki bence bu tiyatronun özü. Fakat oyuncunun seyirciden önce boşalmasına izin veren bir metin zaten değildi bu. Bana biraz Beckett’i hatırlatıyor bu. Beckett çalıştığımda da kendimi duvarlara vurasım gelir, metin seni her an kontrol eder. Bu oyunda da öyle; hiçbir ekstra süse, maniyere izin vermiyor. Jilet yani jilet.
Ben röportaj bitmeden son bir şey söylemek istiyorum ekibin en kıdemlisi olarak. Galiba benim Vanya Dayı’dan sonra, ki o zaman aldığım hazdan uçar gibiydim, yıllar geçti, bir de burası... Bu tamamen Damla’dan, Ecem’den, Sermet’den, Erkan’dan, Serdar’dan ve bütün ekipten, Su, Pınar, Candaş, Susan’dan kaynaklanıyor. Ülkenin bu karanlık zamanlarında bize bir armağan diye düşünüyorum böyle bir birlikteliği yakalayabilmiş olmak. Onun için hemen provaya girmek istiyorum. Derhal, hemen, şimdi!
Şiddetle görülmesi gerektini düşündüğüm bu oyun, her Cumartesi saat 20.00’de Kadir Has Üniversitesi Cibali Kampüsü’nde izlenebilir, hayatlarımıza farklı bir anlam ekleyebilir. Herkesin ellerine sağlık! Bize de afiyet olsun, kalplerimize dolsun. (İŞ/AS)
* Oyuncular: Tilbe Saran, Sermet Yeşil, Damla Sönmez, Ecem Uzun, Erkan Avcı. Yöneten/Çeviren: Serdar Biliş. Yön. Yard.: Pınar Bekaroğlu, Tamer Can Erkan. Tasarım: Gamze Kuş. Işık: Cem Yılmazer. Hareket: Candaş Baş. Ses Koçu: Susan Main. Ses tasarımı: Mustafa Özdemir. Video: Ali İhsan Elmas, Mehmet Sami. Fotoğraf: Özgür Onan. Asistanlar: Su Şanad, Pınar Akyüz. Koordinatör: Pınar Fidan
* Bilgi, bilet ve rezervasyon için Pürtelaş: 0533 324 88 68