Bazı kitaplar can sıkar, ruhunuzu hırpalar, hayata tutunduğunuz kasnakları sallar. Düşünce bulantınızla kala kalırsınız. Satırlar ve günlük hayat birbirini deşmeye başlar. Cümleler, keyfinizi kovalar. Gönülsüz okursunuz çünkü hiçbir satır onu okşamaz. Yazılanlar hemhaldir hayatla aslında. Ama hayat, birebir gerçeklerle yaşanmaz. O yüzden her gerçek, çıkmaz zihninizin yüzeyine, izin vermezsiniz. Yaşamak için gerçekleri ihmal etmeniz, itelemeniz gerekir.
Elinizdeki kitap da tam da bunu diyordur: "Zihin faaliyeti kurtarıcı bir sahtekârlıktır, bir es geçme alıştırmasıdır; yumuşatılmış, rahat ve yanlış bir gerçeklikte gidip gelmemize imkân verir. Kavramları çekip çevirmeyi öğrenmek-şeylere bakmayı unutmak...
Düşünüş bir firar gününde doğmuştur; bunun sonucu olarak sözel tumturak gelmiştir." Zihin hovardadır, ahlaktan ahlaka sevdalanır. Zihin ilkesizdir, doğru, yanlış her şeyle sırnaşır. Zihin dalaverecidir, bencildir. Bu yüzden hafızamızı zayıflatır ancak işine geleni belleğe taşır. Elinizdeki kitap tam da bunu diyordur: "Hayat, ancak muhayyilemizin ve hafızamızın zayıflıklarıyla mümkündür."
Rumen deneme yazarı ve ahlakçısı Emile Michel Cioran, okurunu düşünmeyen yazarlardandır. Ne ümit etmeyi, ne umudu, ne yaşam sevincini bulaştırmaz retoriklerine. Dahi olarak gördüğü Nietsche ve Kierkegaard'ı "en sıradan dönemde çıkmış olsalar dahi ilhamları daha az titretici ya da daha az alevlendirici olmazdı" diyerek anlatır.
Eserleri daha ilk satırda, bu adamın hayatla ne alıp veremediği sorusunu akla getirir. Sayfalarda ilerledikçe saldırgan dilinin arkasında ikrara kapanan bir adam görürsünüz. Ona göre mutsuzluğun bilincine varmak için; hakikatin acı çekmek olduğunu bilmek ve nedenselliği bahane etmeden, dertlerin istilasını kabul etmek gerekir. Hayat dediğinde "burukluğun tahrip ettiği bir mucizedir" zaten.
Onun için yaşam işaretleri zalimlik, fanatizm, hoşgörüsüzlüktür. Kavramlara şüpheyle yaklaşan, tanımlamaları en gerçek hallerini görene kadar soyan ve insan yaratımı hiçbir şeyi masum saymayan Cioran, kendi deyişiyle acımasızca "duygularının sekreterliğini" yapar. Bir taraftan kullandığı dilden bile tiksinti duyar. "Kelime fuhuşu" olarak gördüğü dilin kullanımının tazelenmesi ve temizlenmesi için bir süre kullanılmaması gerektiğine varana kadar ilginç düşüncelere sahiptir.
İdeolojilerin, doktrinlerin ve kanlı şakaların (!) zamanla saflığını yitirip, inanca dönüştüğünü, bir olay çehresine büründüğünü ve mantıktan kopup, sara hastalığına dönüştüğünü söyler.
Her ne kadar ölümlülüğünün içinde yan gelip yatmak istediğini ve normal kalmak istediğini söylese de eserleri karabasan gibi uykularınızı kaçıracak türdendir. "Parmaklarınızı kaburga kemiklerinizin üzerinde bir mandoline dokunur gibi gezdirin: Mezara ne kadar yakın olduğunuzu göreceksiniz. Giyimli olduğumuz içindir ki ölümsüzlükle böbürleniriz: Bir kravat takıldığında nasıl ölünebilir?" Çürüme, kokuşmuşluk, ölüm, nefret, umarsızca çırpınmanın nafileliği...
"Çürümenin Kitabı"nı canhıraş bitirdiğinizde derin bir oh çekip kitabı bir daha gözünüzün önüne gelmemek üzere saklayasınız gelir. Hiç de öyle cicili bicili, neşe saçan, okuyucuyu kelimeler arasında hazmede hazmede yürüyüşe çıkartan kitaplara benzemez. Onun anlatımıyla "monoloğun sınırına, yalnızlığın ucuna vardığınızda -başka muhatap bulamadığınızdan- en yüksek diyalog bahanesiyle Tanrıyla baş başa kalırsınız ve "Çürümenin Kitabı"ndan sonra Tanrı'ya sığınırsınız. Cioran'ın alacakaranlık kuşağı sizi baykuş eder, dünyanızı şaşırırsınız. (FG/NV)