Türkiye’nin dünyayla dalaşmasının son örneği booking.com’un yasaklanması oldu. Meclisin feshedilmesi yerine yenilenmesi dendiği gibi, buna da erişimin engellenmesi deniyor ama sonuç aynı. Haber, booking.com’un bir Hollanda şirketi olduğu bilgisiyle birlikte verildi. Gerçi ortada bir hükümet kararı değil mahkeme kararı var ama karar “Türkiye’nin zamanının ruhuna” uygun. Kamu görevlilerinin zamanın ruhunu çok çabuk kapmak gibi bir yetenekleri vardır.
Ülkeyi yönetenlerin öfkeyi bir sanat olarak gören, huysuzluğu adet haline getiren tavrına biz alışkınız da yabancılar hala uyum sorunları çekiyor. Önceleri ticari çıkarları gereği idare ettikleri durumlara artık tahammül etmekte zorlanıyorlar. İşin kötüsü bu durum yine bizim başımıza patlıyor.
Referandum sonrası neler yaşayacağımızı tahmin etmek için bugünkü sorunların kaynağını saptamamız lazım. Bugün Türkiye hem içeride hem da dışarıda talep yetersizliği sorunu yaşıyor fakat içerideki ve dışarıdaki talep yetersizlikleri tamamen farklı nedenlerden kaynaklanıyor. Türkiye bu iki farklı sorunu bir araya getirmeyi başaran nadir ülkelerden biri.
İçeride tahakküm
İçerideki sorun Kenan Evren-Turgut Özal ikilisinden bu yana ısrarla sürdürülen neoliberal politikaların eseri. Türkiye’de ve birçok ülkede yıllar önceden tıkanan ve şimdilerde –bir zamanlar bu politikaların başını çeken- Reagan ve Thatcher’in ülkelerinde dahi sürdürülemeyen arz yanlısı iktisat anlayışı artık büyümeye olanak vermiyor.
Bu politikalar kabaca özel tasarrufları olumsuz etkileyen vergi yükünün azaltılması, devlet harcamaları ve girişimlerinin küçültülmesi ve bürokratik müdahalelerin ortadan kaldırılmasına dayanır. Bu mantığa göre vergi oranlarının indirilmesi yatırımları artırır, büyümeyi hızlandırır, büyüme sonucunda da toplam vergi gelirleri yükselir. İşsizliği azaltmanın yolu işgücü piyasasındaki kısıtlamaları kaldırmak ve işgücü piyasasına müdahaleleri önlemektir ki, bu da sendikaların gücünün kırılmasını gerektirir. Kamu harcamalarının azaltılması kamu işletmelerinin ve varlıklarının özelleştirilmesini, müdahalelerin ortadan kaldırılması da deregülasyonu gerektirir.
Söz konusu politikalar yıllarca uygulandı, hala uygulanıyor. Hala yaşanan sorunlara çözüm olarak piyasanın serbestleştirilmesinden, işgücü maliyetlerinin düşürülmesinden söz ediliyor, hala bürokrasiden yakınılıyor. Başka bir çözümden söz edilmiyor. Fakat ortada bir türlü aşılamayan ve bu politikalarla aşılması mümkün olmayan bir talep yetersizliği sorunu var. Ülkedeki bireylerin geliri artmadıkça, gelir dağılımı düzelmedikçe aşılamayacak olan talep yetersizliği.
Yine de bu sorunla birlikte yaşamak mümkün olabilirdi. Bazı Uzak Doğu ülkelerinin yaptığı gibi, iç talebe aldırmadan, içeride sefaletin sürmesi pahasına dış talebe odaklanarak, ihracatı artırarak büyüme sağlanabilirdi. Aslında bir süre böyle gidildi, insangücü kalitesine, teknolojik gelişmeye boş vererek, ucuz emek yoluyla ihracat artırıldı. Hatta “Bizden ara insangücünün ötesinde eleman çıkmaz”, diyenler bile oldu. İhracat ucuz emekle artabileceği kadar arttı.
Böyle bir ülkenin dış ilişkilerinde uyuma, işbirliğine çok önem vermesi gerekir çünkü büyüyebilmek hatta ekonomisini ayakta tutabilmek için dış talebe ihtiyacı vardır. Geliri yetersizdir, tasarrufu yetersizdir, iç tüketimi sınırlıdır, yurt dışından kaynak girişine ihtiyacı vardır.
Dışarıda tehdit
Oysa Türkiye bunun tam tersini yaparak boyundan büyük işlere kalkıştı. Anlaşılan, ülkeyi yönetenler Osmanlı güzellemelerini sadece halkın hoşuna gitsin diye sayıp dökmemişler, gerçekten de bunlara inanmışlar. Osmanlı’nın dünyanın büyük güçleriyle rekabet edebilecek bir odak olduğu, çevremizdeki ülkelerin Osmanlı hasreti çektiği, bölge ülkelerinin bizi doğal lider olarak gördüğü zehabına kapılmışlar. Yoksa, aynı dönemde bu kadar çok problemle karşılaşmaktan biraz endişe duymaları gerekirdi.
Türkiye dış politikadaki hesapsız, sorumsuz, bilgisiz davranışları nedeniyle dış talebi de kaybetti. Hepsini sıralamaya gerek yok. Beyhude Güney Amerika, Afrika atılımlarından kibirle söz ederken en yakın ülkelerle ilişkilerini kopma noktasına getirdi. Yere göğe koyamadıkları İslam ülkeleri ile ilişkiler neredeyse petrol ithalatından ibaret kaldı. İran, Irak, Suriye, Lübnan, Mısır, Libya, Yemen ile derin sorunlar yaşanıyor. Hepsi de siyasi sorunlar ama hepsi ekonomiye yansıyor.
Dış ticarette dengeyi yakaladığımız tek ülke grubu olan Avrupa Birliği ile ilişkiler giderek tehlikeli bir hale geliyor. Bu tehlikeye yol açan nedenler arasında bir tek ekonomik sorun yok. Avrupa ülkelerinde kalabalık mitingler, bayraklı konvoylar düzenleme, sınırdan bakan geçirme hevesleri, mültecileri salma tehditleri ilişkileri iyice gerdi. Sonra imamlar vasıtasıyla Türk diasporasını kontrolle başlayıp, casusluğa kadar varan suçlamalar geldi. İş Bulgaristan’da parti kurup seçimlere girmeye, Ege Denizindeki kayalıklar için savaş lafları etmeye kadar vardırıldı.
Öte yandan, Rusya ile sorunlar çözüldü mü? Domateslerimizi alsalardı sorunların çözüldüğüne inanacak mıydık? Buğday ithalatını durdurma misillemesi çözecek mi sorunları? Osmanlı Rusya ile on üç kere savaştı, Neo Osmanlıların hiç olmazsa Rusya’yı biraz olsun tanıması gerekmiyor muydu?
Önümüzdeki dönemde ihracat, dış yatırım, yurtdışı müteahhitlik hizmetleri, yurtdışı işçi gelirleri, yabancılara konut satışı gibi konularda bir artış olacağına inanmak için hiçbir gerekçe yok. Fakat sorun bundan ibaret değil.
Askeriyede yalnızlık
George Soros 2002 yılında Sabancı Üniversitesinde verdiği konferansta “Stratejik pozisyonuna bağlı olarak, Türkiye’nin en iyi ihracat ürünü ordusudur” demişti. Kıyamet kopmuştu. Ordu ve satış kavramlarının birlikte kullanılması hakaret gibi algılanmıştı. Oysa bir ordunun ekonomik bir değer ifade etmesi için ille de bir çıkar karşılığı başka ordularla birlikte savaşması gerekmez. Gerçi Birinci Dünya Savaşında ve Kore Savaşında tam da bu yapılmıştı ama burada kastedilen, savaşsın veya savaşmasın, ordunun caydırıcı gücü. TSK soğuk savaş boyunca hiç savaşmadan Sovyetler Birliği’ne karşı batı blokunun öncü gücü olarak görev yaptı. Soğuk savaştan sonra da bu işbirliğini sürdürdü. Buna karşılık batı ülkeleri de her zaman Türkiye ile iyi ilişkilerini korudu, dış politikada genellikle destek verdi, zor durumdayken kredi sağladı, bağış yaptı, antidemokratik uygulamalarını görmezden geldi.
Galiba artık Türkiye’nin en iyi ihracat ürününe de talep düşüyor. Dış politikada peş peşe yapılan yanlışlıklar, tehditkar tavırlar, tutarsızlıklar, kurnazlıklar Türkiye’yi işbirliği yapılabilir bir ülke olmaktan çıkarıyor gibi.
Memleketi yönetenler Büyük Ortadoğu Projesi açıklandığında Türkiye’nin hem ordusuyla hem de ekonomisiyle öne çıkacağına inanmışlardı. Ama proje uygulanamadı, artık lafı bile edilmiyor. Ordunun ne Rusya’nın ne de İran’ın önünde set olması söz konusu. Tam tersine, Rusya’nın belirlediği sınırlar dahilinde hareket ediyor. Suriye savaşının da sonuna yaklaştığına, mülteci akınının duracağına inanılıyor, kimsenin İran’dan üç milyon Afgan mülteci geleceğine inandığı yok.
Türkiye hala ordusunu kullanarak önemli bir oyuncu olma konusunda ısrarlı ama artık müşterisi yok. Avrupalılar artık tank motorlarının ithalinde, yedek parça temininde bile zorluk çıkarıyorlar. Amerikalıların başka ortakları daha güvenilir bulduğu anlaşılıyor. Dış politikadaki yanlış hesaplar bu duruma yol açtı, üstelik işlerin kesat olduğu zamana denk geldi.
Fazla seçenek kalmadı. Türkiye referandumdan sonra ya dış politikasını tamamen değiştirerek hem Avrupa hem de Rusya ile tam bir uyum sağlayacak ya da her şeyi çok ucuza satmak zorunda kalacak. Türk Lirasının değerini önemli ölçüde düşürerek ihracatını, turizmini ayakta tutmaya çalışacak. Ülkenin yöneticilerinin birinci alternatifi kabullenmesi de becermesi de çok zor görünüyor, ikinci alternatif daha kolay, onun bedeli halkın biraz daha yoksullaşması.
Bu durumda referandumda “evet” oyu vermek, Rusya uçağının düşürüldüğünü duyunca ayağa fırlayıp alkışlamaya benzeyecek. (BD/HK)