Wes Anderson deyince aklınıza ne geliyor? Öncelikle çok genç. Bu genç yaşına çok güzel filmler sığdırmış, yetenekli bir yönetmen. Moonrise Kingdom, Fantastic Mr. Fox, The Royal Tenenbaums desek?
Ben galiba en çok Tenenbaum'ları sevmiştim. Rengarenk ve çok komikti. Üstelik hem böyleydi hem de bir hayli karanlıktı aslında. Uzun yıllar geçmiş üstünden, hâlâ aklımda olan sahneleri var filmin. İşte bu tuhaf aileyi yaratan adam Wes Anderson bu yıl Berlin'de ödül alan filmi Büyük Budapeşte Oteli'yle (The Grand Budapest Hotel) önce İstanbul Film Festivaline konuk oldu, bugün görücüye çıkıyor.
Büyük Budapeşte Oteli çok sevdiğimiz yazar Stefan Zweig'a selam çakarak başlıyor, sonra bir yazarın kitabının yazılış hikâyesini anlatmasıyla devam ediyor. Hem konuğu olduğu hem de geçmişi ve şimdisi hakkındaki gerçekleri öğrendiği bir otelin; Büyük Budapeşte Oteli'nin, otelin sahibi, çalışanları ve konuklarının hikâyesi bu.
İkinci Dünya Savaşı'nın başlamasına ramak kalmış yıllarda karlı tepelerin üzerine inşa edilmiş bu görkemli otel zengin, seçkin müşterilerini ağırlıyor ve bu sürede onları rahat ettirmek için elinden geleni yapıyor. Bu memnuniyetin hem sorumlusu hem de başmimarı olan kişi otelin "konsiyerj" i yani bütün otel görevlilerinin başı olan Gustave.
Gustave dakik, titiz, kimi zaman sert, "müşteri her zaman haklıdır" ın ayaklı kanıtı adeta. Müşterilerinin, ama özellikle de zengin ve yaşlıca kadın müşterilerinin, şahsi sıkıntılarını dahi bilen, çözen, derdini dinleyen bir adam Gustave. Ama aslında onlardan faydalanan, çıkarcı, cingöz bir karakter gerçekte. Bir gün otelde işe yeni başlayan lobici çocuk "Zero"yu yanına alıp onun hamisi olmasıyla film boyunca başımızı döndürecek bir tempoda anlatılan olaylar da başlamış oluyor. Fimin bu temposunu sırtlayan, çoğu perdede bir görünüp bir kaybolan oyunculara da değinmek lazım.
Tilda Swinton, Adrien Brody, Willem Dafoe, Jeff Goldblum, Harvey Keitel, Jude Law, Bill Murray, Edward Norton bu isimlerden bazıları. Rolleri kısacık da olsa hakkını harika bir şekilde veriyor ve perdede parlıyorlar deyim yerindeyse. Gencecik Toni Revolori "Zero" da çok başarılı bir performans sergilerken filmi ve Gustave rolünü harika bir şekilde sırtlayan Ralph Fiennes yine kendine hayran bırakıyor.
Bahsettiğimiz zengin, yaşlı kadın müşterilerden birinin ani ve şüpheli ölümü Gustave için bir kısmete dönüşüyor çünkü ortada kendisine miras olarak bırakılmış pahalı bir tablo var. Öte yandan o tabloyu Gustave'a yâr etmek istemeyen bir oğul, şüpheli ölümü araştıran bir polis şefi, mirası onaylayacak bir avukat, ailenin tuttuğu bir kiralık katil, Zero'nun gönlünü kaptırdığı genç ve güzel bir kız var. Hal böyle olunca ortalık karışıyor elbet. Kaçmalar, kovalamacalar, hapse düşmeler var. Suçsuzluğunu kanıtlamak için türlü işlere girişen Gustave ve ona yardım eden Zero var. Etraflarındaki dost-düşman kim varsa herkes koşuşturmaya başlıyor, biz de Alexandere Desplat'ın muhteşem müziği eşliğinde gözümüzü alamadan izliyoruz tüm bu olan biteni.
Filmin hikâyesinin anlatabileceğimiz kısmı bu kadar. Ancak hikâyeye takılmamak lazım belki de. Çünkü Anderson öyle bir otel yaratmış, öyle renklerle, öyle bir simetriyle bezemiş ki orayı büyülenmemek imkansız. Renkler, eşyalar, insanların yürüyüşü, konuşması, her şey çok acayip bir düzende ve uyumda. Geçmiş zamanın insanları, eşyaları, olayları bunlar ama bir taraftan da tuhaf bir zamansızlık duygusu yaşatıyor seyirciye hepsi. Başta Gustave olmak üzere aslında her biri aslında karikatür olan karakterlerini öyle güzel yazmış ki onları karikatür gibi görmüyoruz. Kendi aralarındaki önemsiz sayılabilecek konuşmalarında alttan alta hayattan, ilişkilerden, savaştan, siyasetten, öteki olmaktan bahsediyorlar; dinleyip duyabilene çok keyifli diyaloglar bunlar. Bütün olan bitenin hayal gücümüzü zorlayacak durumuna, olayların absürtlüğüne bakınca bir hayli iyimser bir finali var filmin.
Umursuyor muyuz finali?
Hayır, çünkü böyle bir otel yok, böyle müşteriler, böyle maceralar da yok aslında. Hepsi Wes Anderson'un fantastik dünyasında yaşıyor, orada gerçekler, perdede çok güzel görünüyor, sinemada geçirdiğimiz süreyi keyifli kılıyorlar. Siz de belki izledikten sonra soran eşe dosta anlatmakta zorlanacak, gidip kendiniz görün diyecek ama filmi hatırladıkça tatlı tatlı gülümseyeceksiniz. İyi seyirler. (GÖ/HK)