ne çıkar siz bizi anlamasanız da
evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar
eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da.[1]
80’lerden sonra Kuzey Kürdistan’da Diyarbekir Zindanı ile başlayıp OHAL’le daha yoğun ve sistematik hale gelen şiddetin Kürt halkı için “bir hukuk koyucu ve hukuk koruyucu”[2] şeklinde işlemesi, işgal ve mülksüzleştirmenin olağanlaşması, toplumsal travmalara ve tüm Türkiye halkları için hafızada kırılma ve bölünmelere sebep oldu. Savaşı, ölümleri, yıkımları yaşamış Kürtlerin tek bir direniş yöntemi vardı: Her şeyi hatırlamak, durmadan hatırlamak; o hafızaya sahip çıkmak, susturulan hikâyeleri anlatmanın yöntemlerini aramak.
İşte o yoğun ve sistematik şiddeti görmüş, ona dair tanıklıkları ve hafızası olan, aynı zamanda sinemaya merak salmış, 90’lardan sonra çeşitli sinema kurumlarıyla/ örgütlenmeleriyle tanışan Kürt gençleri; 2000’lerin başından itibaren “Hakikat”in anlatılmamış pek çok yorumunu bir kamera aracılığıyla anlatarak aslında bir direniş sineması yaratmaya çalıştılar. Güneşe Yolculuk, Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi, Büyük Adam Küçük Aşk, İki Dil Bir Bavul, Bahoz/ Fırtına, Gitmek, Min Dît, Press, Be Deng/Sessiz, Babamın Sesi/Denge Bave Min gibi filmlerin yapım sürecini/öykülerini dinlediğimizde yaşanılan acıları ve hikâyeleri anlatma, duyurma isteği hususunda ortaklaştıklarını görebiliriz.
Elbette bu anlamda, bir hikâyeyi anlatma isteğiyle birlikte, hikâyenin muhataplarınca “anlaşılması” isteği de göze çarpıyor. Zira hatırlananın, oluşturulan hafızanın kıymeti ancak yeniden anlamlandırıldığında ve muhataplarınca (başta Türk halkı olmak üzere tüm Türkiye halkları) kavrandığında barışa, birlikte yaşam ülküsüne hizmet edebileceği düşünülüyor.
Tanıl Bora bir konuşmasında, Güney Afrika Hakikat Komisyonu’nda yargıçlık yapan Alex Boraine’in evladını kaybeden bir kadının tanıklık verirken söylediği sözleri kendisine aktardığını ve bu sözlerin onu çok etkilediğini söyler: “Ben affetmeye hazırım, her şeyi affetmeye hazırım. Ama bana kimi affedeceğimi gösterin!”[3] Hakikaten, 437 haftadır Galatasaray’da toplanan Cumartesi İnsanları’nın talebi de bu/ yaşanılanların muhataplarıyla yüzleşmek…
Nitekim Kürt sinemasında anlatı/hikâye; yüzleşmesi/ hesap vermesi beklenenin ‘anlama’sına yönelik kurgulanırken söylem de Kürtleri o “mutlak karar verici/yargıç” karşısında haklılaştıran, mağdurlaştıran bir yerden işlemeye başlıyor. Çünkü hala muhatabı arıyor ya da muhatabın ortaya çıkarılması için irade oluşturmaya katkıda bulunmaya çalışıyor. Bu noktada anlatıda “Kürt halkının meşru talepleri ve bu talepleri elde etmek üzere gerçekleştirdiği eylemlilikler Türk Devleti’nin eksikliklerinden ve bir zamanlar yaptığı hatalardan kaynaklanmaktadır,” anlayışı hâkim olmaya başlıyor. Bu, doğru ancak eksik bir kavrayış çabası! Zira Kürt Halkı’nın iradesi, çabası, politik tarihi, özneleşme süreçleri ve kurduğu siyasal alan, tek başına Türk Devleti’nin yaptığı yanlışlar ve eksiklikler, bıraktığı boşluklar olduğu gerekçesiyle ideolojik perspektifinden ve arka planından koparılıyor. Başka bir deyişle Türk Devleti’nin edimleri tarihselleştirilirken Kürt siyasi hareketi, Kürt halkının direnişi tarihselleştirilmemiş oluyor. Kürt halkı edilgen bir pozisyona hapsedilerek, onun yarattığı ve geliştirdiği ideolojik arka plan ve verdiği mücadelenin “siyasal” hattı yok saylıyor. Bu kavrayışı Diyarbekir Zindanı’nın pek çok okumasında da görebiliriz. PKK’nin Kürt halkı tarafından benimsenmesinin tek ve etkin sebebi Diyarbekir Zindanı’ndaki işkenceler ve asimilasyon politikalarıymış gibi sunulurken, Türk devleti, Kürt halkının siyasi iradesi noktasında kurucu ve etken bir pozisyon elde ediyor.
Kürt sinemasında kameranın sadece insani bir dram anlatmadığı aynı zamanda tarihi ve ideolojik arka planı olan bir meselenin, Kürt sorununun, siyasal bilinçle birlikte düşünülmesinin izleyici üzerine farklı bir şekilde yansımasına, net bir şekilde Mizgin Müjde Arslan’ın Ben Uçtum Sen Kaldın/Ez Firiyam Tu Ma Li Cih filminde rastlıyoruz (Elbette, film bunu niyet etmemiş olabilir). Filmde Kızıl Kemal kod adlı gerilla Ahmet Arslan’ın babası (aynı zamanda filmin yönetmeni olan Mizgin Müjde Arslan’ın dedesi); oğluna toprak, araba ve ev verdiğini, rahat bir şekilde yaşamını sürdürmesi için imkânları olduğu halde yolundan dönmediğini, örgüte katılmama konusunda onu ikna edemediğini söylüyor. Üstelik Ahmet (Kemal) “yüzünü dağlara dönmeden” önceki 24 saatte yakın arkadaşı Mahmut’u kendisiyle birlikte sınırı geçmesi konusunda ikna etmeye de çalışıyor. Mahmut o günü şöyle hatırlıyor:
“Artık onunla gitmeyeceğime inandığında kalktı öptü beni. Biliyorum dedi, düşeceksin, kırılacaksın ve eziyet çekeceksin. Ama yaşam budur işte; çalışmak, emek budur, yaşam koşulları budur, ülkemiz bu. Bu eziyeti çekeceğiz. Ve seninle yaşamın iki yakasında olacağız.”
Hakikaten, Ahmet (Kemal) idealist bir adamdır, PKK mücadelesine inanıyor, Kürt halkının özgürlüğünün yolunun PKK hareketi olduğunu ifade ediyor. Film, bu anlamda Kürt sinemasının “bir damlacık da olsa yaşadıklarımızı anlatalım” fikrinden göreceli olarak uzaklaşıp yaşanılan acılara koşulsuz ve “ama”sız karşı çıkmak gerektiğini anlatması bakımından çok değerli. Özneleşen/ özgürleşen “seyirci”ye bir sorumluluk yükleyerek ve “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”na göz kırparak Kürt Sorunu’nu Türkiye ve Kuzey Kürdistan’daki tarihselliğinden koparmadan anlatmaya çalışıyor. İki çocuk babası bir adam neden “konfor”u terk etmeyi göze alır, terörist midir yoksa kandırılmış mı? Film bir kısım seyircide ise bu ruh haliyle devam ediyor, ta ki son sahnede Mizgin’in annesi, kocasının başına gelen bir gözaltında işkence vakasını anlatıncaya kadar. Ama bu vaka filme ağırlığını koymuyor; diğer taraftan filmin böyle bir niyeti de yok.
Ben Uçtum Sen Kaldın/Em Firiyam Tu Ma Li Cih filmi belleği adlileştirmeksizin; kişileri kurban, mağdur, fail, infazcı, tanık gibi pozisyonlara indirgemeksizin bir kız çocuğunun gözünden “belleğin anakronik olduğunu”[4] anlatıyor. Filmin yönetmeni Mizgin Müjde Arslan kahraman, güçlü, ünlü ve idealist o gerillayı filmde küçük bir kız çocuğunun gözüyle sadece bir baba, insan yapıyor. Geçmişle araya mesafe koymanın imkânsızlığı, geçmişi ateşlemeden adil bir gelecek yaratmak için ondan kopmanın mümkün olamayacağı; Mizgin’i, kişisel tarihiyle; devleti ise kendi hikâyeleriyle yüzleşmeye çağırıyor. Yüksek sesle Türk Devleti’ne “siyasal olan”ı inkâr edemezsin diyor. Tam da bu yüzden, devletin bir takım yanlışlar içeren, boşluklar ya da eksikler bırakan politikalarından değil de bir ideolojiye, bir kavgaya, bir mücadeleye inanmış adamın idealizmi, inatçılığı ve kararlığı yüzündendir Mizgin’in yaşadıkları diyor. Söylem bu anlamda anlatıyı yeniden kurma imkânı buluyor, bir başka gözden Mizgin’in babası Ahmet “bölücü” veya “kandırılmış” olduğu için dağa çıkıyor (“Ya gördün mü” sesleri!). Kürtler bir kez daha adil bir tarih yazımına uygun bir bilgi nesnesi olmadıklarını ispatlamış mı oluyorlar! Rahatsızlıklara sebep oluyor filmin galasında.[5] Mizgin Müjde Arslan ise bu durumu tek bir cümleyle şöyle ifade ediyor: Ben filmimin kaba kurgusunu yaptığımda dedim ki “Bu Kürtlere az gelecek Türklere çok.”
Kürt sinemasının bir hafıza arşivi gibi işlemesini aklımızın bir köşesinde tutup merceği büyük resme çevirdiğimizde Türk Devleti’nin bugüne kadar Türk, Sünni ve heteroseksüel erkek olmayan yurttaşlarına yönelik gerçekleştirdiği soykırım, katliam, işkence, haksız tutuklamalar ve zorunlu göç gibi suçlarla ile ilgili herhangi ciddi bir yüzleşme ve hesaplaşma çabası (hatta niyeti dahi) olmadığını görüyoruz. Bunda devletin sahipleri değişse de devlet aklının hala iktidarda olması, ‘suç’un hala kanuni olması, mevcut düzenden faydalananların barışın toplumsallaşması önünde engel teşkil etmesi ve hafızada bölünmüş toplumun barış iradesi göstermemesinin etkisi büyük.
Türkiye’de “barış” sözcüğünü zikrettiğimiz an, dönüp bakmamız gereken siyasetin Kürt Hareketi olmasına şaşırmamak gerekir. Modern devlet anlayışının bu topraklarda yerleştirilmeye başlanmasından bugüne, var olan devletle “toplumsal sözleşme” krizi yaşayan Kürtler, çoğunlukla kolektif ve siyasi bir bilinçle varlık gösterdiler ve bugün evrensel insan hakları değerlerine uygun yöntem önerileriyle bu topraklarda barışı inşa etme konusunda irade koyan en geniş siyasi harekete mensuplar. Ancak her ne yapıyorsak yapalım Kürt siyasi iradesinin barışa giden yolda gösterdiği çabaya dair hakkını teslim ederken Kürt Meselesi’ni tarihselleştirme ve aynı zamanda onu siyasi bir bilinçle yoğurman zaruri olduğunu vurgulamak gerekir. Aslına bakarsak Aziz Çapkurt’un Annem Barış İstiyor filminde bir annenin dilinden söylediği de budur: “Bu kameralar sürekli çekiyorlar; neyi çözdüler? Biz anlatıyoruz; siz de gülüyor, ağlıyorsunuz. Yeter, sıkıldık artık!” (MY/EKN)
[1] Edip Cansever. “Ne Gelir Elimizden İnsan Olmaktan Başka”
[2] Walter Benjamin. 2010. “Şiddetin Eleştirisi Üzerine” Metis Defterleri - Şiddetin Eleştirisi Üzerine içinde. Aykut Çelebi (haz.). İstanbul: Metis. Ss.26
[3] Konuşmanın tamamı için bkz. Tanıl Bora. 2011. “Geçmişle Hesaplaşma: Niçin ve Nasıl?” Hakikat ve İnsan Hakları içinde. Ozkan Agtaş – Bişeng Özdinç (der.). Ankara: Dipnot. Ss. 75-76.
[4] Beatriz Şarlo. 2012. “Tanıklık Retoriği” Geçmiş Zaman Bellek Kültürü ve Özneye Dönüş Üzerine Bir Tartışma. Peral Bayaz Charum ve Deniz Ekinci (çev.). İstanbul: Metis. Sayfa 51.
[5] 31. Uluslararası İstanbul Film Festivali – Nisan 2012.