Havadan saldırılar için insanların masa başında toplanıp akşam yemeğini yediği saatlerin seçilmiş olması, savaşı kalleşçe kazanmak üzere tatbik edilen stratejilerden biriydi.
Aynı coğrafyada üçünçü kez benzer taarruzlara maruz kalan halk o yüzden sığınak olarak kendi apartmanlarının veya mahalledeki başka binaların bodrum katlarında yaşar olmuştu.
Bodrumlarda genellikle yaşlı kadınlar, yaşlı erkekler, ender olarak çocuklar bulunuyordu. Genç erkekler cephedeydi, ama halkın büyük bir kısmı korkudan memleketlerini terk etmişti; kentin hayalet kent hali gün geçtikçe belirginleşiyordu.
Savaşın gidişatı hususunda radyo veya televizyondan düzgün malumat almak pek mümkün olmuyor, cep telefonlarından gidişatı takip etmek gittikçe zorlaşıyordu.
Belirsizliğin içine gömülmüş şekilde, hayırlı bir haber için uzadıkça uzayan dakikalar, saatler, günler… Cephedeki oğullarının veya torunlarının vaziyeti hâletiruhiyelerini belirleyen esas unsurdu.
Silva Khnkanosian’ın "Michigan’tan Uzakta (Far from Michigan)" adlı belgeseli bizi Nagorno-Karabağ savaşının ortasına taşıyor. Genç sinemacının hem yönettiği, hem senaryosunu yazdığı, hem de sinematografisine katkıda bulunduğu 2023 Ermenistan-Fransa ortak yapımı 77 dakikalık film gittikçe yükselen bir tempoyla seyirciyi zapt ediyor.
Bodrum katlarındaki sıkışmışlıktan sonra hep beraber çıktığımız hicretvari yolculuk en duygusuz insanı bile sarsacak kadar güçlü sekanslar içeriyor.
Sirenler, sirenler…
Filmin başından itibaren duyduğumuz ve beklenmedik anlarda sık sık bizi uyaran siren sesleri için belgeselin “leitmotivi” tanımı rahatlıkla kullanılabilir. Ender olarak insanların sokaklarda veya evlerinde göründüğü bomboş Stepanakert (Hankendi) kentinde ve aynı zamanda belgeselde atmosferin belirleyici unsuru kesinlikle sirenler.
Lakin filme hâkim atmosferin çok kasvetli olduğu söylenemez çünkü insanlar daha önceki tecrübelerinden yola çıkarak bodrum katlarını beyaza boyamış ve orada uzun vakitler geçirebilmek için organize olmuş. Yüzlerinde ümitsizlik okunan da var, zaferin günün birinde kazanılacağına emin olan da.
Yaşlı bir kadın böyle yaşayacağına her şeyini onların deyimiyle “Türkler”e bırakıp gitmeyi tercih ettiğini ifade ediyor. Bir diğeri ise, bir daha asla yeni bir soykırımın yaşanmayacağını hiddetle kameraya adeta kusuyor.
Film ekibini konyak, kahve veya yemek ikram etmek suretiyle misafir etmelerine rağmen aciliyet barındıran mesajları tüm gezegene bir haber kanalı hızıyla iletilemeyeceği için hayal kırıklığına uğrayan da var. Çünkü onlara göre tüm dünya bu haksız ve acımasız saldırıya karşı gözlerini kapatmış, kulaklarını tıkamış durumda.
Bu vesileyle Ermenistan başbakanının kifayetsizliğinden de dem vuruluyor ve savaşın Türkiye kaynaklı silahlarla Azerbaycan lehine evrildiğine dikkat çekiliyor.
Çarpıtılan gerçekler…
Bodrum katlarındaki belirsiz bekleyiş için, muhakkak ki hislerin, kızgınlığın, öfkenin yoğun olarak yaşanmasına sebep olan esas unsur diyebiliriz. Aliyev’in televizyonda yayınlanan 15 dakikalık bir konuşmasının baştan sona yalanlarla dolu olduğunu ifade eden bir adam mevzubahis coğrafyada ömrünü geçirmiş olmanın bilinciyle kükrüyor.
Azerbaycan liderinin Ermeniler için sarf ettiği “köpekler” terimini yorumlarken köpeğin insanlığa varoluşu boyunca yararlılıkla eşlik ettiğini belirtiyor; lideri ve ona destek veren diğerlerini “çakallar”a benzetirken asıl onların özelliklerinden bahsedilmesi gerektiğini hatırlatıyor. Gene kendi deyimiyle “Dünyanın bu teröristlere kayıtsız kalması”nın bir Ermeni olarak travmasını tetiklememiş olması zaten mümkün görünmüyor.
Lakin belgeselin en etkileyici sekansları Ermeniler’in evlerini ve topraklarını terk etmek zorunda kaldıkları saatleri belgeleyenler. Aynı günün akşamında virajlı yolları aşarak sarp dağların öte tarafına geçme mecburiyeti bildiğimiz hicretleri hatırlatıyor.
Aktardıklarımdan filmin çok sansasyonel veya medyatik bir tavra sahip olduğu sanılabilir; oysa yönetmen Khnkanosian coğrafyadaki mayın temizleyicisi kadınlar hakkındaki Korkulacak bir şey yok (Nothing to be afraid of) adlı belgeselinde olduğu gibi seyirciyi tefekküre sürükleyen gayet gerçekçi, hatta yer yer şiirsel bir üslubu tercih ediyor.
Yanlarında götürebilecekleri ne varsa otomobillere, kamyonet ve kamyonlara yükleyenler göç ederken bazılarının “Türkler”e kalmasın diye evlerini yakmayı tercih ettiğini de görüyoruz.
Çanlar kimin için çalıyor?
Filmin fonetik olarak beni en çok tesir altında bırakan anı, Türkiye’de artık ender çalan kilise çanının duyulduğu sekanstı. Götürülmek üzere yerinden sökülmüş ağır yükü en az iki kişinin sırtlaması için çanın tepesinden kalın bir zincir geçirilmişti ve gene kalın bir demir çubukla askıya alınmıştı.
İki güçlü erkek tarafından alelacele taşınırken tokmağı kontrolsüzce savrulmaya, çan çalmaya başlamıştı; çevreye büyük felaketi duyurmak istercesine koca çan sanki dile gelmişti.
Korsan saldırısı, yangın veya veba gibi durumlarda ahaliyi uyarmak üzere çalındığı kadar şiddetli çalmıyordu neyse ki; bir vefatı duyurmak gerektiği zaman ağır ağır çalındığı şekilde de.
Buna rağmen onu taşıyan öndeki genç erkek çanın tokmağını serbest eliyle zor da olsa zapt etmeyi başarmış, yersiz çalışına ve etraftakilerin büyük ihtimalle hissî komplikasyonlara gark olmasına mani olmuştu.
Ne de olsa tam da böyle zamanlarda çevredeki art niyetliler panik havasını körükleyerek ortalığı iyice karıştırmaya ve yangından mal kaçırırcasına durumdan istifade etmeye endeksliydi.
Savaş alanında film çekmeyi seçmiş cesur sinemacı Silva Khnkonasian da şükür ki çan taşıyıcısı gibi kendi imkânlarına dayanarak, ortalığı velveleye vermeden, duygu sömürüsüne başvurmadan, mümkün olduğunca sade ve soğukkanlı bir tavırla, üstelik birbirinden değerli teferruatı ihmal etmeyerek mevzuyu işlemeyi başarmış, daha ne!
Trieste Film Festivalinin ardından…
(MT/EMK)