Kitabın başlığı “La Société du spectacle” ya da Hadise Toplumu. Guy Debord’un bu iz bırakmış kitabının ilk cümlesi şöyle:
Modern üretim koşullarının egemen olduğu toplumların yaşamı kendini muazzam bir hadise birikimi olarak gösterir. Bir zamanlar dolaysızca deneyimlenmiş her şey artık bir temsile dönüşmüştür. (*)
Bu cümleler Kapital’in girişine bir naziredir:
Kapitalist üretim tarzının egemen olduğu toplumların zenginliği, “muazzam bir meta yığını” olarak görünür; bunun basit biçimi tek bir metadır. (**)
Debord, daha sonra tezlerini sıralar: Temsil ve deneyim birbirinden ayrışmıştır. Meta bir hadisedir. İdeoloji hadise olarak/biçiminde cisimleşmektedir.
Spectacle ya da hadise toplumunda, gündelik olaylar ve bildik şeyler şaşırtıcı bir mahiyet kazanmalıdır. Benzer şekilde, şaşırtıcı olmayan, gözlerden ırak hale gelir. Hadise toplumunda metanın mübadele değerini barındırma hali bir hadiseye dönüşmesi neticesinde gerçekleşir. Kullanım değeri taşıyıp taşımadığından kuşku duyabileceğimiz bir çiklet dev senfoni orkestralarının çaldığı epik ezgiler eşliğinde ömrümüzü uzatan (ve dişlerimizi koruyan) bir ölümsüzlük iksirine dönüşür. Kafamızı yıkamak için kullandığımız şampuan özgüvenimizin temel dayanaklarından biri haline gelir. Kepeksiz un bağırsak kanserine (yani ölüme) yol açmakta, kepekli un ömrümüzü uzatmakta ve (nasıl olduğunu sormayın) doğayı korumaya yardımcı olmaktadır. En sıradan deneyimler, anlar ve şeyler bir hayret vesilesidir ya da öyle olmalıdır. Su içerken mutlu olmalı, yemek yaparken eğlenmeli ve sokakta yürürken heyecanlanmalısınız. Diğer bir deyişle, hayret uyandırmayan şeyler, deneyimler ve anlar yok hükmündedir. Kapitalist emek sürecinde boyunduruğa alınarak sıkıcı hayatlar süren ve sıkıcılaşmış bireyler, sıkılmaktan ölesiye korkarlar. Sıkılmamak için telaş ve endişeyle etraflarında gelişebilecek yeni hadiseleri kolaçan ederler. Debord’un bu minvaldeki tezlerini toparladığı eseri özellikle iletişimciler arasında ilgi görmüş ve sosyal kuramda hak ettiği yeri almıştır.
Debord’un meseleyi metadan hareketle ele alması elbette rastgele bir tercih değil. Tam aksine, eğer temsil ve deneyimin kopuşması hadise toplumunu ortaya çıkarıyorsa bu durum meta bünyesinde mübadele değeri ve kullanım değerinin kopuşması ile birebir bağlantılı. Yani metaların sürekli birikmesiyle şekillenen ve bu birikimin zenginliği tanımladığı bir üretim biçimi, sürekli yeniden ürettiği şizofreniyi hadiselerle ifade edecektir: Hadise içermeyen bir kullanım değeri yoktur. Dolayısıyla, hadiseler sadece metaların mübadelesini kolaylaştıran bir etmen değil, bunun ötesinde, metalara kullanım değerlerini atfeden ve benliğimizde temsil ve deneyimi ayrıştıran momentler…
Buradan hareketle, her birimize kapitalist üretim biçimine özgü bir zaman algısı dayatıldığını iddia edebiliriz: müteakip hadiselerden müteşekkil, başı, sonu ve ereği olmayan bir kronoloji… Bir anti-teleoloji: Eyfel Kulesi, mitralyöz, atom bombası, atom bombaları, dünyayı yok edecek sayıda ve güçte atom bombası, Ay’a seyahat, Berlin Duvarı, Berlin Duvarı’nın yıkılması, Ruanda Soykırımı… Her biri bir öncekini gölgede bırakan ve birbirinden kopuk gözüken spectacle’lar/hadiseler bir dizge oluşturuyor ve bu dizge “bugünün tarihini” oluşturuyor.
Son yıllarda genel olarak dünyada dozun hepten arttığını ve Türkiye’nin de bir hadise toplumuna dönüştüğünü görüyoruz: Devasa bir “freak show”un tam ortasındayız. Örneğin iki jumbo jet dünyanın en uzun binalarına çakılır ve infilak eder. Türkiye’de tarlalardan yüzlerce el bombası çıkar. Islak imza… Aylarca imza gerçek miydi sahte miydi, bu soru “işin uzmanları” tarafından irdelenir. Giyim tarzları ile yüzyıllar öncesinden kökenlendikleri izlenimini vermeye çalışan yüzlerce kişi sokakta dini ayinlerini gerçekleştirir. Montaj… Haftalarca bazı ses kayıtlarının sahihliği tartışılır. Bir milyar dolarlık yolsuzluk… Pardon, 100 milyar dolarlık yolsuzluk… Yüzlerce duvar çarpıcı graffitilerle donatılır. Her bir graffitide farklı ve son derece şaşırtıcı bir mesaj vardır. Fakat şaşırtmak, ilgi çekmek ve en neticesinde (eğer varsa) mesajınızı birilerine iletmek gittikçe güçleşmektedir. İnsani bir talebi “kamuoyuyla” paylaşmak için binlerce insanın ölüm orucuna başlaması gerekebilir. Rakamlar hep “yüzler”, “binler”, “milyonlar”, “katrilyonlar” ile ifade edilir. Hadiseler dünyasında örneğin “yedi” diye bir sayı yoktur çünkü küçük olan her şey teferruat olarak algılanır. Sonuçta herkesin sadece 15 dakikası var…
Meseleyi bu nedenle belki de baş üstü oturtmak lazım: Çarpıcı olmayan, hadise niteliği taşımayan olayların temsili değeri yok ve bu olayları deneyim olarak kabul etmiyoruz. En son ne zaman öğle vakti huzurla kestirdiniz, hatırlıyor musunuz? (Para gerektirmeyen nadir keyiflerden biri) Peki dün TV’de ya da twitter’daki saçmalıkların yüzde kaçını hatırlıyorsunuz? Herhalde bu satırları okurken de zihniniz bir taraftan bu acayipliklerle mücadele ediyor.
“Siyasetin kasetlerle dizayn edilmesi” bu nedenle ne Türkiye’ye ne mevcut iktidar partisine ne de süregiden temaşaya has bir süreç.
Metayı yaratan yarılmanın kişinin benliğinde de bir karşılığının olması gerekiyor. Bu yarılma da spectacle/hadise dolayımıyla gerçekleşiyor. Kapital’de metaya ilişkin sunulan değerlendirmenin yalnızca “iktisat”ın konusu olduğunu düşünenlere Debord’un eserini okumalarını şiddetle tavsiye ederim. Diğer bir deyişle kapitalist üretim biçiminde siyaset de metalar gibi hadiselerle kuruluyor. Bu açıdan Türkiye’deki mevcut siyasi konjonktürün bir “olağanüstü hal” olarak ele alınması doğru bir tercih olmayabilir. Bir “kriz anında” değiliz. Her şey son derece normal ve olaylar “hayatın doğal akışına” göre seyrediyor.
Bu bağlamda beni bu satırları yazmaya teşvik eden, birçoklarının geceyi (25 Mart 2014) “nihai hadiseyi” (yani sosyal medyada paylaşılacak ve hükümeti devirecek bir dinleme kaydını) bekleyerek geçirmiş olmaları. Bu satırlar yazılırken o beklenen temaşa gerçekleşmedi ve birçokları sosyal medyada yaşadıkları düş kırıklığını farklı şekillerde ifade ettiler. “O dinleme” acaba gecenin ilerleyen saatlerinde ya da önümüzdeki günlerde çıkar mı, bunu bilmiyorum…
Zaten çok da ilgilenmiyorum çünkü en azından on yıldır devam eden serüvenin ortaya çıkardığı “hadise toplumu” için olağan bir geceydi. Dolayısıyla, bu konu kapanırsa bir başkasının açılacağını tahmin ediyorum. Yarım kalmışlıklarını twitter (ya da benim durumumda Blog-İnternet sitesi) persona’larının sunduğu avuntuyla gidermeye çalışan parçalanmış benlikler dinleme kayıtları gecikince telaşlanmaya, twitter erişime kapatılınca da paniklemeye başlıyorlar. “Bu temaşa devam etmeli” diye haykıranlar, angaje oldukları siyasi hareketle ters düşenler, arkadaşlarıyla tartışanlar…
Bu tepkileri “siyasi tutum” olarak meşrulaştırmaya çalışanlar da cabası: Kuram, süregiden (ve birçok durumda ilintisiz) hadiseler arasında bir illiyet bağı kurma mahareti olarak algılanıyor. Tarih de bu hadiselerin vakanüvisliği. Oysa utanmaya gerek yok ki… Çünkü hadise toplumunda bütünlüklü bir an ve deneyim yok. Yalnızca parçalanmışlık hissini (gidermese de) unutturan hadiseler var. Bunlara sığınmak herhalde çoğumuz için kaçınılmaz. O zaman bari keyfini çıkaralım…
* Utku Balaban, Siyasal Bilgiler Fakültesi
(*) Eser “Gösteri Toplumu” başlığı ile Türkçe’ye çevrildi. Çevirmenlerin emeğine ve yaratıcılığına saygısızlık etme bahasına paragrafı yeniden çevirdim çünkü “spectacle” sözcüğünü “hadise” olarak kullanmak istedim. Çeviride ise (yerinde bir tercihle) “gösteri” sözcüğü kullanılmakta.
Çevirinin künyesi: Guy Debord, Gösteri Toplumu, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2012. Çevirmenler: Ayşen Ekmekçi, Okşan Taşkent
(**) Karl Marx, Kapital: Cilt I, İstanbul: Yordam Kitap, 2011, s. 49.
Çevirmenler: Mehmet Selik ve Nail Satlıgan
Resim Linki: https://superstarhippiechick.com/