Yaz mevsimini evinde çalışarak geçiren bir arkadaşımın aklını bir deniz kıyısından gönderdiğim neşeli tatil fotoğraflarıyla çelmeye uğraşıp, üstüne üstlük nispet yapmadığımı iddia ettikten sonra yazılmış bir tatil dönüşü mektubudur.
Sevgili Altuğ,
Aksini iddia etmeme rağmen sana nispet etmeye kalktığıma hayat da ikna olmuş olacak ki, kendisinden çalmaya yeltendiğimiz birkaç güzel ve huzurlu günün sonunu, hani burnumdan getirdi denir ya, - hem fiziksel, hem de ruhsal olarak- bir ışık hızıyla gerçekliğin içine çekerek, aynen öyle yaptı.
Fotoğrafta gördüğün benim için dünyanın en güzel koylarından birisi olan Sivrice’den Ayvacık Otobüs Garı’na gitmek için bir taksiyle ayrıldık. İçimizde bütün hoş tatil dönüşlerinin keyif ve keşke bitmeseydi duygusu, çevrenin güzelliğini son bir defa gözlerimize doldurmaya çalışan bir tür doymamışlıkla.
Çok süremedi bu tabii, kaldığımız koyun biraz dışına çıkınca bulunduğumuz coğrafyanın gündelik, kanıksanmış, sıradanlaşmış görüntülerine çarptık ilk olarak.
Normal zamanlarda okul servisi olarak kullanıldığı üzerindeki yazılardan belli bir minibüs, biz yanlarından geçerken içindeki yolcularını büyük bir hızla boşaltıyordu ve inenler, ki çoğunluğu genç erkekler, aynı hızla, bayırdan aşağıya, kıyıya doğru iniyordu.
Şoförümüz, “gene Suriyeliler” diye söylendi. Sonra da, hemen Jandarmayı araması gerekip gerekmediğini bana sordu.
“Bunlar gidecek oralarda perişan olacaklar, Yunanistan zaten geri gönderiyor” minvalinde bir konuşma.
Benzer bir manzarayı aslında gelirken de görmüştük, dört minibüs yol kenarında yine şoförün Suriyeli olduğunu anlattığı benzer yolcularını indiriyordu.
Son gördüğüm kucağında tahminen iki üç yaşında bir çocukla dağdan aşağıya koşmaya çalışan genç bir kadındı. Motele ulaştığımızda bu görüntüleri arkamızda bırakmıştık, en kolay onları unutabilirdik, tatile geliyorduk değil mi?
Sivrice Lesbos Adası, yani bizim Midilli dediğimiz adanın tam karşısında olduğu için, biz aslında Yunanistan’a ana geçişlerden birinde bulunuyormuşuz. Dolmuşların indirdiği evleri, dünyaları başlarına yıkılmış bırakın yarınları, bugünsüz insanlar, devriye gezen Türk sahil koruma botlarını atlatıp, karşı kıyıdaki Yunanistan sahil korumaya yakalanmamayı umarak, ve çok defa da yakalanarak içine atıldıkları cinnetten kurtulmaya çalışıyor, yerel halkın söylenmesi ve bazen de tahmin edilebileceği gibi ihbarı arkalarında.
Mültecileri gerimizde bırakarak cam ve zeytin ağaçlarıyla süslü yüksek dağlar ve vadileri geçerek Ayvacık otobüs Garı’na ulaştık. Tam içeri döndüğümüz anda birden gelmemizi bekliyormuş gibi davullar vurmaya, zurna ağlamaya başlamasın mı!
Ne olduğunu anlamak uzun sürmedi, bir asker uğurlama ritüelinin içine düşmüştük. Davulun tokmağı göne değil, yüreğime inmeye başladı ve birden 22 yıl önceye ışınlandım.
1993 yılı, gene bir otogar, Antalya, gene bir Ağustos ve gene asker uğurlama töreni. Kendinden geçmiş kalabalık genç erkekler grubu gene kendileri gibi genç bir asker adayını ''en büyük asker bizim asker'' nidalarıyla havaya atıp tutarken kenarda yoksulluğun giysileri ve duruşlarına tüm ağırlığıyla yansıdığı, haremlik- selamlık esasına göre gruplanmış kadın ve erkeklerin oluşturduğu, aralarında birkaç kadının gözyaşlarını sildiği, erkeklerin metanet ve gurur abidesi olmaya çabaladığı ana-baba-kardeş ve akrabalar.
O Ağustos, tatilin ilk günü, Gündem Gazetesi’nin ertesi gün ''Devlet Şırnak’a Saldırdı'' düzeltmesini yayınladığı “Gerilla Şırnak’ı Bastı” manşetiyle başlamıştı.
Sabah gazeteyi alıp bütün bunlar olurken senin burada ne işin var suçluluğuyla kıvranıp, tatilden vazgeçmeme ancak bu suçluluğu tatil boyunca taşıyıp her fırsatta kavgaya çevirme cinnet haliyle sürmüş, sonunda Ankara otobüsüne binmek için otogara gelmekle sonuçlanmıştı asker uğurlama töreninin ortasında.
Yanımda “şair duyarlılığı” taşıyan arkadaşım, çektiğim azabın yeterli olmadığına kanaat getirmiş olacak ki, havaya atılıp tutulan her genç çocukla birlikte bana, “aha bu Şırnak’a gitti”, “bu Çukurca’da” gibi sözlerle kendince benimle şakalaşıyordu.
Çocuklara baktım, çok haklıydı, birden “bunlar gidecek, ya bizimkilerini vuracak, ya da bizimkiler bunları vuracak”, “hepsi yoksul ve çaresiz insanların çocukları, hepsi bizim” diye düşündüm. İnanılmaz çaresiz hissettim ve otogarın ortasında oturup salya sümük ağlamaya başladım. Elimden ağlamaktan başka bir şey gelmiyordu. Burnumu çeke çeke geri geldik; gösteri, kampanya, heyet ağırlama vs. devam.
Şimdi aradan geçen 22 yıldan sonra bu kez çok daha kuzeyde ve aynı şeyin içine düşmüştüm, aynı sahneler, aynı çaresizlik duygusu ve daha beteri, hiçbir şey değişmedi, hiçbir şey değişmedi, hiçbir şey değişmedi.
Bir farkla, o yıllarda haklılığına inandığım bir savaş vardı en azından, şimdi hiçbir meşruiyeti olmayan, haklı olma zeminini kaybetmiş bir saçmalık; acı, acı, acı, nereye dönsen acı.
Burnumu gene çektiğim, gözlerimin ıslanmasına engel olamadığım için hem kendimden hem de etraftaki insanların da bunu görmüş olabileceğinden duyduğum utanç, kızımın orta yerde ağlayan bir anneden duyduğu utanç.
Bagaj vermek için Çanakkale’nin yerel şirketi olan firmanın logosunu taşıyan otobüse yaklaştık. Yanında duran şoföre Ankara’ya kaç saatte varacağımızı sorarken şivesinden bizim taraftan olduğunu anladım ve nerelisiniz diye sordum. Van Ercişliymiş!
Gayri ihtiyari, “Bu şirkette sadece buranın insanları çalışıyor sanıyordum” demişim, otobüsün kendilerine ait olduğunu söyleyen şoför bana, “bizim bunlarla iş ortaklığımız var, birlikte okulumuz filan var, önemli olan insan nereli olduğunu değil, insan olması” diye kısa bir ders verdi.
Giydiklerimden ve şivemin çok bozuk olmamasından dolayı beni “onlardan” sandığını tahmin ettim. Geçip koltuğumuza oturduk, askere gönderilen iki çocuktan birisi hemen arkamıza.
Otobüsün dışındakiler son bir bakış, el sallamak için sıralandılar. Asker adayının annesi olduğunu tahmin ettiğim benden hayli genç bir kadın saklamaya çalıştığı gözyaşlarıyla yanına gelenlere sarılıp, Allah kavuştursunları kabul ediyordu. Düşündüm, bu çocuk benim de çocuğum olabilecek bir yaştaydı. Bir an iyice arabeskleştim sanıyorum, çocuğa sarılıp “gitme” diyeyim istedim. Gitme! Tabii çabucak toparlandım.
Şoför motoru çalıştırır
çalıştırmaz şimdi artık bütün otobüslerde standart haline gelen koltuk arkası küçük ekranlardan görüntüler fark edilmemelerini imkansızlaştıran bir parlaklıkla gözlerimize saldırdılar.
Ekrandan gökyüzünde süzülen uçaklar ve yerden göğe yükselen tozduman görüntüleri ve altyazılarda PKK kamplarına yönelik yeni bombardımana dair bilgiler geçmeye başladı.
Hareket ettik, otobüsün etrafında koşuşan asker uğurlamaya gelenlerin arasından çıkıp yaklaşık 500 metre kadar sonra yolun her iki tarafına konumlanmış Ayvacık mezarlığının arasından akşam alacasında mezar taşlarını seçerek süzüldük. Van Ercişli otobüs şoförümüz, arka koltuğumuzda oturan asker adaylarımız, ekranlardan dökülen PKK operasyonu haberlerimizle birlikte.
Bitti sanmıştım ama bitmemiş, yaklaşık yarım saat aralarla vardığımız Bayramiç ve Biga otobüs duraklarında aynı şeyler. Biga’da en büyük kalabalık, çünkü sekiz asker adayını bindirdiler otobüsümüze.
Aynı ay yıldızlı kırmızı şallar omuzlarında, aynı sloganlar, aynı taşkınlık hali ve ben mi uydurdum, gerçekten mi öyleydi bilemeyeceğim, içlerinde gördükleri ilgiden doğan memnuniyetle birlikte endişe kıpırtıları taşıyan genç çocuklar.
Otobüs hareket etmeden önce ayağa kalkıp hep birlikte İstiklal Marşı söylemeye başladılar. Otobüsümüz militarist bir ruha büründü. Hemen yanımızdaki koltukta oturan ve Bayramiç’te yerleşik olduklarını tahmin ettiğim, orta sınıf Kürt görüntülü ailenin kadın olan üyesi, İstiklal marşı başlayınca bir an ayağa kalkar gibi oldu, sonra yerimden kıpırdamadığımı farkedince hafif bir rahatlamayla koltuğuna gömüldü.
Gözucuyla hafif bakıştık. Benim arkamda oturan küçük asker adayının koltuğumu arkaya daha az yatırma talebini -cevabın ‘tabii hemen’ olacağını beklediğini, hayır dememle birlikte yüzündeki şaşkınlık ifadesinden anladım- reddetmemle birlikte kadının yüzünde hafif ve saklı bir memnuniyet gülümsemesi görür gibi oldum.
Uykuya dalıncaya kadar burnumu çektim.
Sonra gene bozkır güneşi. Annem benim için bamya pişiriyor.
İmrenilecek bir şey yok yani.
Selamlar,
L. (LM/BA)