İşte nihayet o gün gelip çatmıştı. Her yıl Newroz geldiğinde farklı duygulara kapılır da, yaban ellerde olmasından mıdır nedir, günü kendine saklardı.
O gün Newroz olmasaydı, olağan bir gün gibi geçip gidecekti. Akşam televizyon kanalındaki haberleri izleyince, anıları onu eskilere, yıllar öncesine götürdü. Geçmişin, yaşamında derin izler bırakan anılarıyla birlikte, yaşadığı günün gerçekliğini de, kendi ruhunda, bedeninde duyumsadı.
Yaşantısı, oldukça iyiydi. Çok iyi bir işi vardı. Evlenmiş, çoluk çocuğa karışmıştı. İlişkileri, sosyal yaşamı, çevresindekilerin birçoğuna göre, özenilecek düzeydeydi. Tesadüfler, biraz da azmi, kararlılığı, hayata tutunmadaki ısrarı, belki de bir miktar kendini yaban ellerde kanıtlama telaşı yeni hayatının oluşmasında belirleyici olmuştu.
Her bir şeyin iyi gibi gidiyor gözükmesine rağmen; yaşamında eksikliğini duyduğu, içten içe, onu sürekli düşündüren, tedirgin eden bir şeyler de vardı. İnsan tekinin belki de varlık nedeni olan heyecanını büyük ölçüde yitirdiğinin epeydir farkındaydı.
Tek başına olduğunda ayrı bir insan, çevresi, arkadaş dedikleri ve ailesiyle birlikte olduğunda ise apayrı biri oluveriyordu. Adeta çift kişilikli bir kimliğe bürünmüştü. İç dünyasında sık sık kendisiyle hesaplaşıyordu. Sürekli, yıllar önce bir kaçak gibi ayrılıp, geride bıraktığı şehrini, Diyarbakır’ı, bölük pörçük anılarını, eski dostluklarını ve ilişkilerini düşünüyordu. Gündelik hayatındaysa, biraz da yaptığı evlilikten dolayı, geçmişinden koptuğunu hissediyor, bambaşka bir kişiliğe bürünüyordu.
Son günlerde sıkça dalıp gidiyordu…
O akşam da öyle olmuştu. Neredeyse 20 yıl geçmişti artık unutmaya yüz tuttuğu önceki hayatının üzerinden. Hayat onu savurup Ankara’lara atmadan önce, Diyarbakır’da, kimilerine göre kısa süren, ama gerçekte her günü bir asır gibi yaşanan, mahpusluk dönemini yaşamıştı. 1980 askeri müdahalesinden önce, politik ilişkileri ve yaptığı öğrenci derneği yöneticiliği, diğer bütün politik cezaevi mağdurları gibi onu da cezaevine taşımaya yetmişti.
En riskli, ölüm pahasına kutlanan Newroz’ları, Diyarbakır cezaevinde görmüş, yaşamıştı. İnsan bedenlerinin Newroz meşalesine dönüşmesine orada, o zindanda tanık olmuştu. Kamber Ateş’le anasının görüşüne tanık olmakla kalmamış, sonrasında da Kamber Ateş gerçeği onu, hep izlemişti. Tek kelime Türkçe bilmeyen yaşlı kadının, oğluna “Kamber Ateş, nasılsın?” demekle yetinmesine neden olan Kürt diline, resmi yasaklara sadece diğer birçokları gibi kahretmekle kalmıştı.
Diyarbakır Cezaevinden çıktıktan sonra, baskılar, acılar, işsizlik, biraz da dönemin dayattığı korku, onu kentten, kendinden kaçmaya itmiş, hatta zorlamıştı. O gün kentten kaçarcasına kopuş, ayrılış, benliğinde derin acılar, izler bırakmıştı. Bu acıların izleri yıllarca sürmüş onu hiç yalnız bırakmamıştı. Böylesine iz bırakan her kaçışın, zamanla yitişe dönüşebileceğini, ancak yıllar geçince anlayabilmişti.
Ve işte bir Newroz günü televizyonda akşam haberlerini izliyordu. Memleketi kadim şehir Diyarbakır’da allı, yeşilli, sarılı, beyazlı "rengahenk" elbiseleriyle gencecik kızlar, sırım gibi delikanlılar o gün yüz binlerle Nevrozlarını kutluyorlardı. Kadınların, binlercesinin bebek denecek yaştaki çocuklarını ellerinde hoplatarak televizyon ekranlarına yansıyan görüntüleri, yeniden, yitirdiği heyecanını yakalamasına yetmişti.
Çocukluk günlerindeki Newroz’ları anımsayarak, şöyle bir gözlerini kapayıp kısa bir dalgınlık yaşadı ve geçti. Aile fertleriyle birlikte, surlu şehrin doğuya açılan kapısı Mardinkapı’dan çıkıp, Dicle nehrine karşı Şemsiler Tepesinin yemyeşil çimenleri üzerinde, Newroz’un muştucusu silme nergis çiçekleri arasında Newroz gününü adeta bir şenlik havasında kutlarlardı. Fokurdayan semaverde demlenen çayın eşliğinde; pişmiş yumurtalar ve yeşil soğan doğranıp üzerine tuz, kırmızı pul biber ve karabiber serpilen ve adına “Nergizleme” dedikleri bahar salatası ile onun ortağı çakıl ekmekle baharın koynunda yenilip, içilen günlere bir kez daha özlem duyarak derinden bir ah çekti.
Newroz, bir film şeridi gibi belleğinden akıp geçti. Newroz günü anneannesi, bu muhabbet başlamadan önce, şafak vakti kalkar, başına süt beyaz bir çit (tülbent) örtüp, evin kapısına çıkar, beyaz Newroz kuşunun evlerinin üzerinden geçmesini beklerdi. Bu beklentinin, coğrafyalarının en eski sahiplerinden Aryan’ların bir geleneği olduğunu bilmeden, kadıncağızın yıllardır hep yaptığını, kendisi de çok sonraları öğrenivermişti.
O akşam pek uzun sürmeyen bu Newroz haberlerinin hemen ardından adeta bir reklam havasındaki, başka bir haberi neredeyse bütün televizyon kanalları belli aralıklarla ama sanki daha uzunca vermeye başladı.
Seçilen gün ilginçti. 21 Mart 2001'de Türkiye, yeni bir cep telefonu hattına (GSM) daha sahip olmuştu. Hatın ismi de ARİA’ydı. Birden, bulmacanın parçaları gibi bir takım şekiller kafasında oluşup yerli yerine oturur gibi oldu. Bu ARİA, kendi bildiği aria olmalıydı. Ama nereden ve nasıl bir iletişim organizasyonuna simge olmuştu? Gençlik dönemlerimde sürekli dillendirilen Hint Avrupalıların Ari ırkına mensubiyet meselesini düşündü. Dilleri Kürtçenin, Ari’lerin konuştuğu dil olduğu, hep söylenmişti. İşte ARİA ya da okunduğu şekliyle Arya’lılar da o dili, Kürtçe’yi konuşan halk demek oluyordu. Kaderin cilvesine bakın ki, bugün bir telefon şebekesinin ismine dönüşerek karşısına çıkıyordu.
Bu anılar yükü ve hesaplaşmalarla, geceyi zor geçirdi. Sabah, ilk işi, otogara gidecekti. Uzun yıllardır görmediği eski bir can dostu, bir şeklide ulaştığı telefonuyla aramış ve bir sorun nedeniyle Diyarbakır’dan Ankara’ya geleceğini söylemişti. Arkadaşının uçak yolculuğu ile başı pek hoş değildi, karayolu ile geliyordu ve kendisini karşılamasını istemişti.
Sabah, her zaman yaptığı gibi, hafif kahvaltısından sonra gazetelere şöyle bir göz attı. Bir gece önce izlediği Newroz haberleri, özellikle de Newroz’un şiddetsiz ve bayram havasında kutlandığı haberleri, taşınmıştı gazete manşetlerine. Ve tabi ki yine ARİA, cep telefonu hattının Türkiye’de devreye girdiği müjdesi tüm gazetelerde yer alan, ikinci en önemli haberdi.
Bu düşüncelerle evden çıkıp, apartmanın özel garajındaki aracına yöneldi. Aracın kapısına dokunacağı sırada anahtardaki amblemdi bu kez kendisini düşündüren. Doğrusu dün geceden beri, yani Newroz’un Diyarbakır ve bölgede kutlanış haberlerini izledikten sonra bir şeyler olmuştu kendisine. Arabasının anahtarının, ucunda sallandığı maskotun üzerinde MAZDA yazısı ve amblemi vardı. Daha önce de defalarca aracına binmiş, ama hiç birinde bu defaki duygular oluşmamış, o anki çağrışımları yaşamamıştı.
Düşünmeden edemedi…
Eski bilgilerini bölük pörçük de olsa anımsadı. Belleğini biraz daha zorladı. Kürtlerin en eski dini Zerdüştlük inancındaki Ahura Mazda iyilikler tanrısı değil miydi bu? Mazdaizim dedikleri inanç buradan türememiş miydi? Değil miydi ki; Ahura Mazda’ya göre, insanlar eşit ve kardeştiler. İnsanın kutsallığı ve yüceliğini öne alan hümanist dünya görüşü de bu düşünceden kaynaklanmamış mıydı? Bütün bu olumlu faktörler nedeniyle iyi tanrı Ahura Mazda’nın Güneş’in de bulunduğu gökyüzünde yer aldığı ve simgesinin de güneş olduğunun ayrımını anımsadı. Güneşin yeryüzündeki temsilcisinin ateş olduğunu ve güneşten bir parça sayılıp onun da kutsal olduğunu eski geleneklerden bilerek hatırladı.
Bütün bu duygu seline bir gece önce televizyon haberlerinde izlediği Newroz kutlamaları neden olmuştu. O gün Newroz olmasaydı, böylesine medyaya yansıyacak boyutta kutlanmasaydı Newroz; belki de ARİA, MAZDA gibi kavramlar, bir dolu insana olduğu gibi, ona da sıradan kavramlar gibi gelecek. Öyle de kalacaktı...
Arabanın kontak anahtarını çevirip yola çıktı. Bütün bu düşüncelerin beyninde yarattığı dalgalanmalarla, bulvardan, aracıyla süzülecek otogara doğru yol aldı.
Newroz’dan bir sonraki gündü. Ve o gün Diyarbakır’dan, memleketinden gelen eski bir can dostunu, arkadaşını karşılayacaktı, mesele buydu. Ankara otogarının otoparkında aracına uygun bir yer bulup park ettikten sonra, otogarın giriş kapısındaki koskoca ve gece de ışıklı olduğu her halinden belli tabela kendisine hınzırca gülümsüyordu. AŞTİ, Ankara Şehirlerarası Terminal İşletmesi.
Ve tekrar o malum duygu. Bir önceki geceden beri iç dünyasında kendisiyle tartışan, ona sorular sordurup, yanıtını yine kendisine verdirten duygu, bu kez de soruyordu. Al sana bir kavram daha. Bu AŞTİ değil miydi? Yıllar önce AŞOT (Ankara Şehirlerarası Otobüs İşletmesi) iken, Ermenice çocuk ifadesini çağrıştırdığından AŞTİ’ye dönüştürülen isim. Basbayağı da oydu. Ama bu kez öyle olmamıştı. Ermenice’den kaçayım derken Kürt’lere, Kürtçe’ye tutulmuşlardı, farkında olmadan.
AŞTİ, Kürtçe’de, kendi anadilinde “Barış” değil miydi? Barıştı tabi. Hem de uğruna ne fedakarlıklara katlanılan barış. Ama bu kez Ankara’nın göbeğinde her gün binlerce insanın girip çıktığı bir mekana ad olmuştu.
Birden kan basıncı yükselmeye başladı. Depresyon geçirdiğini düşündü. Kendi kendini telkin ederek sakinleşmeye çalıştı. Kavramlar bir gece öncesinden bu yana, son yirmi dört saattir beyin kıvrımlarına hükmetmeye başlamıştı. Bu yaşadıklarını mutlaka birileriyle paylaşmalıydı.
AŞTİ’yi, barışı düşündü. 20 yıl önce kaçtığı yazgısıyla baş başa bırakarak terk edip geldiği coğrafyasının, özlediği uğruna binlerle, ölümlere gidip gelinen coğrafyanın barışını düşündü. Ve biraz da bir türlü muhatabı bulunamayan barışı tabii.
Barışı kucaklamak adına, Diyarbakır’dan gelecek olan arkadaşını getiren ve henüz perona giren otobüse doğru yürüdü. Üzerinde Diyarbakır Surlarının resmi bulunan otobüsten inen arkadaşını gözleri ışıldayarak kucakladı.
Barışı kucaklamıştı. (ŞD/EÜ)