“Sen daha şanslısın, sevgilin yanımızdan geçtiğinde bir kutu sakız, parkenin altında saklanabilir. Peki, ben bu mal kafan kadar büyük tatlı tepsisini nereme koyayım?”
Küçük ve acımış dilinden dökülen her bir harf, gayzerden fışkıran suyun her damlası gibi yaktı içimi. Esmer yüzlü çocuğun çıngıdan başlayıp kora dönüşen iri gözlerine hatıralarımla kenetlendiğimde; ergen sevdasının taştan sert gururuna nasıl takıldığını, yürüdüğümüz üç arkadaştan sadece ben anlamıştım.
Yokluk zamanlarında delikanlı felsefesinin sokak ağzıydı, seyyar halka tatlıcısının sözleri. Mide aç olsa da kuyruğu dik tutmalı insan! Ötelerdeydim artık. Ciğerlerinden gelip pırpır eden uçurtma kuyruğunu andıran dudaklarından savrulan sözleri, toy sevdalarıma zaman tüneli aralayıp içimi kıpırdatan dehlizler açmıştı düşüncelerimde.
Yaşanmışlığın ayrıcalık, empati kurabilmenin soyluluk olduğunu biliyordum. Yüzü kadim kentin eskiyen kaldırımlarında arkadaşlarımla yürürken hayatı damıtarak öğrendiğim bu bilgiyi yeniden anımsadım. Gerçek fakirliğin sofrada değil, duyguda olduğunu biliyordum. Yürek fakirliği acizliğin ta kendisiydi! Necip Fazıl Kısakürek: “Kaldırımlar, çilekeş yalnızlığın annesi” derken, Ahmed Arif dizelerinde yiğitliği ilmik ilmik dokurken, Mehmed Uzun memleket hasretini siyah bazalt taşlarının bağrında uğurlarken, bizler de asıl zenginliğin; cesaret, iyilik ve sarılmak olduğunu anlayamadık. Has olan ortak imgelerden uzaklaşıp var olan kafiyelere renk körü olduk. Yetişkin oyunlarla avunduk, sınırları kalemle çizilmiş dünya bahçemizde.
İşimiz yoktu, canımız çok sıkılıyordu. Birbirimizi aramadık buluşmak için. Ben aradım. Yıllarca böyleydi... Sanki alışkanlık veya kanıksadığım görevlerden biriydi. Ya da hiç biri! Her taşına bir hikâyenin yazıldığı şehrin arnavut kaldırımlarında son kez birlikte yürüyebilme hoşluğu ve kaygısı arasındaki med-cezir duyguların hevesiydi belki…
Bir ergen çocuğun, hayali duygularla büyüttüğü ve kendisinden bihaber olan sevdiğinin gözlerinde, mahcubiyetin ilanıyla eş tuttuğu tatlı tepsisinin bizdeki izdüşümüydü ‘ekonomi’ başlığı. Dövizi, altını; açığı, fazlası; faizi, reposu; girdisi, çıktısı; geleni, gideni ve anlamadığım yüzlerce grafikten ve daha bilmediğim nicesinden oluşan ekonomi bültenleriydi Gaye’nin anlattıkları. Krizi konuşuyordu Borsacı Gaye. “Ekonomik krizin sularımızda sürekli olduğunu ve bazen yüzeye çıkan beyaz balina gibi havayı daraltıp suları çektiğini bilmez mi her sabah çarşı pazar hesabı çıkaranlar?” diye ekledi Gaye’nin ardından, Dertli Cemal.
“Dededen babaya, babadan evlada mal mülk kalır da borcun soya değil, toprağa kalacağını bilmez mi varlığı emanet olan insanlar, ekonomik kriz coğrafyanın yazgısı olabilir mi? ” diye attım ortaya soruyu arnavut taşlarının yüzeyindeki tozu tabanımla duman ederek. Günün dem saatini yaşayan Dertli Cemal, kaynayan imgeleriyle üşüyen yanlarımızı ısıtmakta gecikmedi: “Teğet dediğin / Yüreğimin ta ortasından Geçmiş / Bu kentin çiçekçilerine de borçluyum bugün!” cevabıyla finans ilmini girdabın içine çektiğini, üzerini ağ gibi sarmaladığını ve hayat artığıyla örttüğünü Borsacı Gaye’nin hüzünlü halinden anladım.
Ekonomik darlığın sınayamayacağı tek muhabbet, sevgiliyle çiçekçi arasındakiydi. Dertli Cemal’in yüz ifadelerindeki keman liriği ve hüzün yoğunluğu, eşinin telefonda “Eve geç kalma ve gelirken manavdan marul al!” diyene kadar diriliğini korumuştu!
Konuşarak yürüdüğümüzden yorulduğumuzu ve hava açık olduğundan kışın ayazını hissedememiştik. Dertli Cemal’in huyudur, öncesi ve sonrasında bağlantısını kuramadığımız ve illâki açıklama beklediğimiz sözleri olurdu. ‘Nerde kaldı?’ diye tam da Gaye ile göz göze gelirken: “Beklentiler büyük ve sonuçlar küçük olduğunda zihin ile ruh arasında hicran kaçınılmaz olur. Oysa herkesin hayatında bir tekrar vardır, umut ekmektir, hayat devam ediyor; insanı ve dünyayı edebiyat ve sanat kurtarır! Onlar, ruhun amiral gemileridir!” dedikten sonra yine bir marul telefonu Cemal’in şaftına nükseder diye beklerken, şehrin tüm delileri hep birlikte bağırıyor, tüm havai fişekleri patlıyor, galaksinin tüm meteorları gökyüzünde ateşten sim tozuna dönüşüyordu, dünyanın en büyük çanından beter Gaye’nin kahkahasıyla!
Kulak misafiri olduğumuz; iki çocuğun atışmasıyla başlayan yaya sohbetimizin ana teması krizdi. “Krizde ne iş yapılır?” sorusuyla, yine Cemal’in imge deryasının diplerinden sebat ile gelecek sözleri beklerken, Gaye’nin: “Ne mi yapılır? Tabii ki kitap yazılır, yüksek lisans veya doktora yapılır!” bizi şaşırtan mana yüklü cümlesinin ardından Cemal: “Bir de 99 habbeli tespih satın alınır. Kriz ahlakı sınar!” diyerek, Gaye’nin kahkahasının tesirini iyice arttırmıştı.
Dertli Cemal tüm açılışları takip ederdi. Özellikle de restoran veya kahvehane açılışlarını. Çünkü açılışlarda en kalabalık masaya ilişir, yemeğini yer ve kahvesini içer ama para ödemezdi. Bu sefer bizimle olduğundan buna gerek duymuyordu. “Emanet varlığı çok olan Gaye, bize nerede yemek ısmarlar?” diyerek aç olduğumuzu muzipçe hatırlattı Cemal.
Gaye’nin önerdiği restorana girdikten saniyeler sonra adımı sesleneni yüzünü görmeden tanımıştım. Okulumuzu sürekli ziyaret eden Kültür Varlıklarını Koruma Şube Müdürü Mahmut Bey’di. Gaye ayrı masaya oturmak için fısıldasa da Mahmut Bey’in ısrarı ve Cemal’in yancı olma alışkanlığı üzerine ona doğru yöneldik.
Mahmut Bey’in masaya zorla sıkışan, şahsına münhasır göbeğini tasvir edebilecek bir edebiyatçıya, her usta kalem şapka çıkarırdı! Hal ve hatırını sorduktan sonra kriz temalı sohbetimize devam ettik. Borsacı Gaye, teşbih sanatını ustaca kullandığını o masada sadece benim bildiğim Mahmut Bey’e sohbetin ilerleyen dakikalarında “Şehirde turist yoğunluğu nasıl? Kriz hissediliyor mu?” diye sorarak onu da günün konusuna dâhil etti. Hem konuşup hem de yemekle meşgul olmayı bir arada bu kadar muazzam bir uyumla yapan Mahmut Bey’in dilinden dökülecek kelimeleri merak ediyordum.
Final sahnesi öncesindeki reklam arasını aratmayan garsonun servis yapma ve sipariş alma işi, Mahmut Bey’in vereceği cevaba olan merakımı katmerledi. Çabucak verdiğimiz yemek siparişlerinin ardından ilimizin kültür varlıklarından sorumlu olan Mahmut Bey’in cevabını bekledik.
Mahmut Bey, gömleğinin kravat düğmesine iliştirdiği çiçek desenli, beyaz kumaş parçasını çıkarıp onunla dudaklarını ve bıyıklarını sildikten sonra, milat olacağına inandığı bir cümle girişiyle: “Sevgili gençler!” deyip devam etti konuşmasına: “Turist sayısı, ekonomi haberlerine benzer, anlamam da o dilden. Ulu Cami tuvaletini işleten kiracıya dikkat ederim. Şayet kiralarını zamanında ödüyorsa ülkenin durumu iyidir, yatırım yaparım; ama Ulu Cami tuvaletinin işletmecisi, kiralarını zamanında ödemiyorsa durum vahimdir! Elimde neyim var neyim yok bırakmam, ne varsa satarım, herkese de bunu öneririm derim.”
Mecazların piri olan Cemal’in sustuğu bir anda; Gaye, nezaketinden ya da mahcubiyetinden olacak, Mahmut Bey’in krizle ilgili sözlerini finans bilgisine uyarlamaya çalışıyordu. Seyyar satıcı çocukların atışmasıyla başlayan ve Ulu Cami tuvaletlerinin kiralarıyla devam eden günün mevzusunun final cümlesi, Gaye’nin şu muazzam esprili yorumundan ibaretti: “ Makul girdi, yoksa çıktı da yoktur!” (YSE/HK)