Yaşlı bilge bıraktı elindeki asayı. Yasladı sırtını bildiği en eski kadim ağaca… Gözlerindeki keder yorgundu. Akıp gidemeyen acı bir göl gibi birikmişti. Dengesi bu denli bozulmamıştı bilginin, inancın… Aklın akıldan değil, silahın, kanın akıldan üstün, yeğ tutulduğu bu devri dem’de ne yapmalı, nereye gitmeliydi?
Kızıl saçlı bir kadın geldi, oturdu yanına usulca. Nefesi yoktu, gücünü hissetti. Bildi, dönüp bakmaya kıyamadı. Utandı gitmekten. Kadının arkasında sonu görülmeyen bir kalabalık. Zamanın yelkovanı, akrebi yoktu. Sustular…
Bir güvercin gelip kondu asaya. Gagasında delik bir ayakkabı. Üstüne örtülen gazetelerden bir tek bu sureti çalabilmişti. Bir de arkasında ta içten acı bir feryatla “sevgilim!” diyen bir kadının sesini… Asa titredi yerinden. Kendi gücünün ötesindeydi bu feryat ve kızıl saçlı kadının bakışları. Uzaklardan baktılar. Yalnız değildi yaşlı bilge. Lakin kederi koyulaştı. Yükü ağırdı bilginin. Onu taşıyıp omuzlayacak yürekler vuruluyordu hiç beklenmedik anlarda. Güpegündüz ya da bir gece yarısı, sokakta ya da evde, Avrupa’da ya da Asya’da.Tetiği çekenler aynı ellerdi. Bilgisizliğin çamuruyla yoğrulmuş adem kulları…
Uzaklardan bir ses aksi seda eyledi. Kederi ve kasveti dağıtırcasına nükteler çizilmekteydi gökyüzüne. Erkek, kadın, genç, yaşlı, politikacı, sanatçı, inançlı, daha neler neler hünerli ellerle mizaha dökülmekteydi… Akıl bu kez incecik, esprili çizgilere bürünmüştü.
Ne ki, gökyüzü karardı çok geçmeden. Hüzünle dalgalandı tebessümler. Bir kez daha kana bulandı kalem. Sendeledi yaşlı bilge, şakakları zonkladı… Üşüdü kızıl saçlı kadın, buz tuttu sırtı. Dokundu, henüz sıcaktı sızan kan.
Ne inancın kadim kuralları, gelenekleri kalmıştı, ne de bilginin saygınlığı… Zira en büyük savaşların da, en onulmaz kavgaların da bir şekli şemali vardı. Buna uymayan lanetlidir ki, lanetlenir kutsal kitaplarca da. Kalem kullanana silah doğrultmak ancak namertlik payesindedir. Yiğit olan akla akılla, söze sözle karşılık verir. Nasıl bir akıl tutulmasıydı bu yaşanan? Tanrılar dahi şaştı kaldı.”Hangi ecdat sizi yarattı ey kullar! Ki fikirden üstün tutar katli?”
Başını eğdi geride yazıp çizenlere baktı yaşlı bilge. Bir yaprak daha düştü dalından salına salına. Umut ayakta, aydınlıktaydı hala. Yalnız, suç inançta olur muydu hiç? İnanmak, ta içten beslemekti erdemi. Her dinin özünde vardı bu yalın gerçek. Suç, onu kendi nefsine göre şekillendiren akıl hocalarında idi. Ta ilk ibadetlerden bu yana bu böyleydi. Ne ki tahrik-i ikrarın gölgesinde kaldı, inançların o kadim örf adetleri. Geriye kuytu köşelerde kendi halinde yaşamaya terk edilen birkaç yaşlı bilge kaldı.
Gitmeye yeltendi güvercin. Birkaç lisanda kanat çırptı. Ayakkabı düştü yere. Altındaki delik fukaralıktan değil, fukaralara saygınlıktandı besbelli. Yaşlı bilge aldı emaneti. Yerine sevgiden, saygıdan, bilgi ve erdemden örülü bir bağ bıraktı gagasına. “ Götür, bırak düştüğü yere. Her geçene değsin bir nebze. Bunları kendinde yaratan beden vurulur da, bağ daha güçlü yayılır dört bir yere. Selam eyle sevenlerine” dedi. Yaşlı gözleri daldı uzaklara. Hrant bir an gülümsedi ona.
Kalktılar. Bir asrın daha rengi belirmeye başlamıştı, kaderi çizilmekteydi. Öyle gökten inme bir tasarıyla değil. Nihayetinde insanın yapıp ettiklerinin bir yankısı değil midir kader diye bellenen. Önceki asırlardan devralınan savaşlar, yeni ölümler, ansızın vurulup gidenler. Çok konuşup, çok yürüyerek az yol alınacak gibiydi. Oysa insanlar, lisanlar hep iç içe birlikte yaşayacaklardı yine. Bu da insanlığın doğuşundan bu yana vazgeçilmeziydi. Bunu bozup tekliği, tekbiri, tehdidi musallat etmek isteyenlerin döneceği tek yer de bir avuç toprak değil miydi?
Gün devrilmek üzereydi geceye, bir başka gün için. Orda olan olmayan milyonlar hep beraber yüzlerini döndüler güneşe. Selam eylediler ilmini, yüreğini kalemiyle nakşedenlere.